00:07 ÖMER SEYFETTİN BİYOGRAFİSİ

Biyografisi
ÖMER SEYFEDDÎN (11 Mart 1884 - 6 Mart 1920), Yeni Lisan ve Millî Edebiyat akımının ve Türk milliyetçiliğinin öncülerinden, değerli hikâye yazarı. Gönen (Balıkesir)'de doğdu. Babası, aslen Kafkas Türkleri'nden Binbaşı Ömer Şevki Bey; annesi, Ankaralı Topçu Kaymakamı (yarbay) Mehmed Bey'-in kızı Fatma Hanım'dır. Aile İstanbullu olduğu halde, Ömer Şevki Bey'in (o zaman yüzbaşı) resmî vazîfesi dolayısıyle Gönen'de bulunmaktadırlar. Ömer'in çocukluk yıllarında, aynı sebeple, İnebolu ve Ayancık'ta da bulunmuşlardır. Çocukluk hâtıralarına dayanan hikâyelerinde bu yılların ve çevrelerin izleri görülür. Gönen'de bir müddet mahalle mektebine devam etmiştir. Babası Ayancık'a tâyin olununca Ömer, annesi ile birlikte İstanbul'a geldi(1892).
DedesininKocamustafapaşa'daki konağına yerleştiler. Ömer, Yusufpaşa'daki Özel Mekteb-i Os-mânî'ye kayd oldu. 1893'te Eyüp'teki Askerî Baytar Rüşdiyesi'nin subay çocukları için açılmış "sınıf-ı mahsus" (özel sınıf) una nakledildi. 1896'da buradan mezun oldu. Normal olarak Kuleli Askerî İdâdîsi'ne devam etme hakkı vardı, fakat o, arkadaşı Enis Avni (Aka Gündüz) ile birlikte kendi isteği ile Edirne Askerî İdâdîsi'ni tercih etti. Edebî hayâtı, daha doğrusu edebiyata karşı ilgi ve merakı Edirne Askerî İdâdîsi'-nde başlamıştır. Tanzîmat ve Servet-i Fünûn'un başlıca yazar ve şâirlerini bu yıllarda tanımış, beğenerek ve etkilenerek okumuştur. İlk heveslerinin ilk ürünleri olan denemeleri ki şiirdir, bu yıllara aittir. 1900'-de idâdîden mezun olarak istanbul'a döndü ve Mekteb-i Harbiye-i Şâhâne'ye (Kara Harb Okulu) girdi. 1903'te piyade mülâzım-ı sânîsi (asteğmen-teğmen) olarak harbiyeyi bitirdi. Önce III. Ordu'nun İzmir'deki Redif Fırkası (tugay-tümen)'na tâyin ve bir süre sonra da Kuşadası'ndaki Redif Taburu'na nakl olunmuştur (Redif, son dönem Osmanlı ordusunda, nizamî askerlik hizmetini tamamlayıp yedek askerliğini yapanlara verilen isimdir.) Buralarda edebî, fikrî ve estetik ilgileri gelişerek devam etti. Edebiyat ve sanat meraklılarından kendine göre bir çevre de edinmişti. Yâkub Kadri'nin yazdığına göre: "İzmir'in daracık irfan muhîtinde epeyce şöhretli bir muharrir" sayılıyordu. İlerde öncülüğünü yapacağı "Dilde Türkçülük" fikrinin ilk tohumlarını da bu çevreden almıştı. 1909'da üsteğmen olarak Selânik'e III. Ordu merkezine tâyini çıktı. Rumeli'de Manastır, Pirlepe, Köprülü, Cumâ-yı Bâlâ kasaba ve köylerinde vazîfeli olarak bulundu. Razlık (şimdi Bulgaristan'da) kasabasının Yakorit köyünde bölük komutanlığı yaptı. Bu bölgedeki başlıca işleri, imparatorluğa karşı ayaklanma hâlinde bulunan, her tarafta kaynaşan ve ortalığı karıştıran çeşitli Balkan kavimlerinden haydut, çeteci, komitacı ve eşkıyaların te'dîb ve tenkili idi. Ömer Seyfeddîn bu gerçekten çok zor ve çetin" görevi esnasında Balkanlı kavimlerin milletimiz aleyhine nasıl şiddetli bir kin ve intikam duygusuyla kışkırtılıp ayaklandırıldıklarını, ne derece mutaassıp bir din ve milliyet duygusuyla yetiştirildiklerini gördü. Bunlar, Türk hâkimiyetini kırmak, Türk milletini yok etmek ve millî istiklâllerine kavuşmak hırsı içinde vahşet ve facia tabloları yaratıyorlardı. Bu Türk kanı ile çizilmiş facia tabloları da yazarın genç bir subay olarak gözlemleri arasındadır. Ö. Seyfeddîn ve bir aydın Türk nesli, Türk milleti için de yegâne kurtuluş yolunun sağlam bir milliyet şuuru etrafında derlenip toparlanmak, sür'atle millî benliğimizin idrâkine vararak millî haklarımıza sahip çıkmak olduğunu, kitaplardan ziyâde bu kan ve ateş çemberi içinde hayattan öğrendi. Bomba, Beyaz Lâle, Tuhaf Bir Zulüm adlı hikâyeler, bu Balkan komitacılığına ait müşahede, intiba ve ilhamlarla yazılmıştır. Osmanlı'ya âsî kavimlere Avrupa ve Rus desteği de o yılların, o yerlerin müşahede ve tesbitleri arasındadır. Ömer Seyfeddîn'in edebî şahsiyet ve faaliyeti, Balkanlar'da bulunduğu süre içinde iyice gelişmiş, olgunlaşmıştır. Selanik ve İstanbul'da çıkan çeşitli dergilerde takma isimle şiir, hikâye ve yazıları yayınlanmaktadır. Edebiyat ve san'at muhitleri ile devamlı temas ve muhabere halindedir. "Yeni Lisan" hareketinin başlamasına vesîle teşkîl eden, arkadaşı Ali Cânib'e yazdığı meşhur mektup da Yakorit'te kaleme alınmıştır. 17 Nisan 1909'da Hareket Ordusu ile İstanbul'a geldi. 1911'de Ziya Gökalp'ın da arzu ve tavsiyesine uyarak tazminatını ödeyip ordudan ayrıldı. Hizmetine yazar ve öğretmen olarak sivil hayatta devam edecekti. Selânik'e yerleşti. Yayın hayâtının ikinci devresinden (18. Nisan 1911) itibaren "Yeni Lisan-Millî Edebiyat" dâvasının organı olan Genç Kalemler de Selanik'te çıkıyordu. Balkan Savaşı'nın patlaması üzerine (8.Ekim.l912) yeniden orduya çağrıldı ve döndü. Böylece sivil yazarlık hayâtı ancak l yıl kadar sürmüştü. Garb Ordusu 39. Alay 3. Tabur emrinde Sırp ve Yunan cephelerinde savaştı. 20 Ocak 1913'te Yanya Savunması esnasında Yunanlılar'a esir düştü. 10 ay kadar süren esaret müddeti, Atina yakınlarında Nafliyon kasabasındaki esir kampında geçti. 15 Kasım 1913'te esaretten kurtularak istanbul'a döndü. İkinci def'a askerlikten istîfâ ederek ömrünün sonuna kadar devam edecek olan yazarlık ve öğretmenlik hayâtına başladı. Türk Yurdu derneği tarafından çıkartılan Türk Sözü dergisinde başyazarlık, Kabataş Sultanî (Lise)si ve İstanbul Erkek Muallim Mektebi'nde edebiyat öğretmenliği yaptı. Başka birçok dergi ve gazetelerde de yazıları ve hikâyeleri çıkıyordu. 1915 sonlarında Dr. Besim Edhem Bey'in kızı Calibe Hamm'la evlendi. 6 Aralık 1916'da Fâhire Güner (Elgen) adını verdikleri kızı doğdu. Genç Kalemler'de başlattıkları Yeni Lisan-Millî Edebiyat dâvası, kıvamını 1917'de haftalık Yeni Mecmua ve Şâirler Derneği teşebbüsleri ile buldu. Ö. Seyfeddin bu teşebbüslerin içinde ve önündedir. 29 hikâyesi Yeni Mecmua'da çıkmıştır. Aynı anlayışta Şâir ve Büyük Mecmua isimli dergilerde de yazmıştır. 1917'de Harbiye Nezâreti'nin (Genel Kurmay) açtığı "Savaş Edebiyatı" kampanyasına katıldı. Meşhur târîhî-destânî hikâyelerini bu sırada yazarak Yeni Mecmua'da yayınladı. Eylül 1918'de talihsiz evliliği sona erdi. Bu ayrılık ve yuva yıkılma hâdisesi Ömer Seyfeddîn'i manen çökertti, ona çok ağır bir darbe oldu. I. Dünyâ Harbi mağlûbiyetini ve Mütâreke'yi gördü. Ferdî-âilevî ıztırâbı, millî felâketlerle de birleşmiş oldu. Üstelik yalnız, bakımsız ve fakirdi. 4 Mart'ta kaldırıldığı Haydarpaşa Tıb Fakültesi Hastahânesi'nde 6 Mart 1920 Cumartesi saat 13.30'da öldü. Tıbbın o günkü imkânları ile önceden teşhis edilememiş olmakla beraber, yapılan otopsi sonucunda hastalığının "şeker" olduğu anlaşıldı. Kadıköy-Kuşdili Mahmud Baba Mezarlığı'na gömüldü. 1939'da bu mezarlığın kaldırılması üzerine, kemikleri ve mezarı Ayazağa'daki Asrî Mezarlık'a taşındı. Şahsiyeti: Ömer Seyfeddîn, atlet yapılı, sportmen, son derece neş'eli şakacı, nüktedan, istihzaya düşkün, bedbinlikten hoş-lanmıyan, keskin zekâlı bir insandı. Son derece dürüst ve mertti. Gurur, kibir, öğünme, böbürlenme ve menfaat düşkünlüğü gibi alçaltıcı hislerden uzaktı. Haysiyet ve izzet-i nefsine düşkündü. Dostları için her şeyini feda edecek kadar engin ve dost gönüllü ve bilhassa vefalı bir insandı. Kendini iyi yetiştirmiş gerçek bir san'atkârdı. Ziya Gökalp'ın Merkez-i Umûmî (Genel Merkez) azası olması ve bu partinin uyanış hâlindeki Türk milliyetçiliği fikrini desteklemesi dolayısıyle İttihad ve Terakkî'ye yakındı. Fakat hiçbir zaman mutaassıp bir partici değildi. İlgisinin asıl merkezi, Türk milliyetçiliği ülküsü ve bu ülkünün ışığında geliştirilen san'at ve fikir hareketleri idi. Parti ile olan yakınlığını hiçbir zaman şahsına menfaat ve dünyalık temin etmek gibi gayeler için istismar etmeği düşünmemiştir. I. Dünyâ Harbi içinde Harbiye Nezâreti'nin açtığı "Savaş Edebiyatı" kampanyasına katılışı vesîle edilerek hakkında çıkartılan dedikoduların gerçekle ilgisi yoktur. Onun bu kampanyaya katılışı, fikrî yapısı ve ülkücü şahsiyeti bakımından son derece tabiîdir. Hemen birçok idealistler gibi fakr u zaruret içinde, sıkıntılı, dar gelirli, fakat başı dik bir hayat yaşamıştır. İttihad ve Terâkkî'nin umûmî politika ve icrââtının eksik, aksak ve zararlı hiçbir yönünü ne beğenmiş, ne de savunmuştur. Yeri geldikçe bunları tenkîd etmekten de geri durmamıştır. Kuruluş ve gelişme yıllarında mason locaları ile yakın işbirliği yapmış ve masonların desteğinden yararlanmış olan İttihad ve Terakkî'nin bir kanadı (meselâ -Tal'at Paşa) masondu. Ömer Seyfeddîn; Ziya Gökalp, yakın dostları Ali Cânib (Yöntem) ve dîğer millî ve islâmî düşünce sahibi İttihad-Te-rakkî çevresinden kimselerle beraber masonluğu kabul etmemiştir. Şuurlu bir milliyetçi olarak "masonluğun insâniyetperverlik süsü altındaki kozmopolit temâyülü"nün ve bilhassa o yıllarda Batı (İngiliz) emperyalizminin paravanası olarak kullanıldığının farkında ve bu sebeple de karşısında-dır. Yalnız şu husus bile, onun şahsiyet ve düşünce istiklâlini göstermek bakımından yeteri kadar manâlı olsa gerektir. Yeni Lisan Dâvası: Türkçülük (Türk milliyetçiliği), bir fikir ve kültür hareketi olarak gelişmiş ve ilk müessir aksiyonu Türkçecilik alanında olmuştur. 1911'de Genç Kalemler dergisinin başlattığı "Yeni Lisan" dâvası, o zaman ortaya atılan şekliyle önce Ömer Seyfeddîn'in kafasında şekillenmiş ve derginin ilk başyazısında imzasız olarak, fakat onun kaleminden takdîm edilmiştir. "Yeni Lisan" dâvası, Tanzîmatkan, hattâ daha eskiden" beri sürüp gelen yazı dilinin sadeleştirilmesi mes'elesidir. Kısa zamanda millî bir görüş hâline gelen ve Millî Edebiyat çığırının açılmasına sebeb olan bu mes'elenin esâsı gayet sâde ve açıktı: Konuşma dili ile edebî dil (yazı dili) arasındaki farklılık kaldırılmalı, konuşma dili, aynı zamanda edebî dil (yazı dili) olarak geliştirilmeli idi. Tanzimat'tan (1860'lardan) beri çok söylenmiş, fakat bir türlü gerçekleştirilememiş olan bu görüşü, Ömer Seyfeddîn, Ali Cânib, Ziya Gökalp yeniden ortaya atıp inançla savundular; hem kendileri, hem de Millî Edebiyat akımını benimseyen dîğer şâir ve yazarlar hemen uygulamaya koydular. "Yeni Lisan" dâvası aşırılıklardan uzak mâkul prensiplerle ortaya kondu: Dil tabiî olmalıdır. Arapça ve Farsça kaidelere göre yapılmış olan bütün tamlamalar -klişeleşerek dilimize yerleşmiş olanlar hâriç- atılmalıdır. Yine klişeleşmiş olanlar hâriç, bütün kelimelerin çokluk şekli Türkçe çokluk takısı (-ler,-lar) ile yapılmalıdır. Lüzumsuz Arapça ve Farsça edatlar atılmalıdır. Mes'elenin can damarı, yabancı kaidelerin atılması üzerinde toplanıyordu. Ömer Seyfeddîn: "Lisânımızda yalnız Türkçe kaideleri hükmedecek, yalnız Türkçe kaideleri... Türkçe'nin mekanizmasını bozan Arabî ve Fârisî kaideleri bilmiyeceğiz, anlamıyaca-ğız. Bu adım kat'î olacak" diye ısrarla bu hususu belirtiyordu. İki-üç yüzyıl önceki veya daha eski Türkçe'ye veya Çağatayca'ya dönmek gibi bir niyetleri olmadığını, dili fakirleştirecek, mutaassıp bir tasfiyeciliği (kökü Türkçe olmıyan bütün kelimelerin yabancı sayılarak atılması görüşü) tasvîb etmediklerini; dilimizin kaidelerine uymak, milletimizce benimsenmiş olmak şartıyla Türkçeleşmiş her kelimeyi Türkçe saydıklarım, konuşma dili derken ince ve güzel İstanbul şîvesini esas aldıklarım tereddüt ve endîşeye yer bırakmıyacak bir açıklıkla ifâde ediyorlardı. Ömer Seyfeddîn'in, dâvasını ortaya koyuşta, bugün bile yeterince anlaşılamadığını sandığımız esaslı bir dikkati vardı: O, dil mes'elesini sırf kendinden ibaret mücerret bir mes'ele gibi ele almıyor; bu mes'eleyi millî kültür ve medeniyet, gelişme ve yükselme, milletin var olması ve istiklâli gibi hayatî dâvalarla irtibatını işaret ederek, milliyetçi dünyâ görüşünün esaslı bir parçası hâlinde ortaya koyuyordu. Şu dikkate değer satırlar "Yeni Lisan" makalesinden alınmıştır: "Ey Gençler! Ey bugün eski devirden kalma mekteplerin dar dershânelerindeki kuru sıralar üzerinde müstakbeli (geleceği) kazanmak için çalışan gençler, sizi bekleyen vazifeler pek ağırdır. Siz bütün dünyâca siyâsî ve içtimâî(sosyal) mevcûdiyeti(varlığı) silinmek istenilen bir milleti kurtaracaksınız. Evet, bütün dünyâca... Avrupalıların hilâl ve salîb (haç) nâmına yaptıkları haksızlıkları şüphesiz biliyorsunuz... Unutmayınız ki, etrafımızdaki Bulgar, Sırp, Karadağ, Yunan hükümetleri ihtizar (can çekişme) dakikalarımızı beklediklerini saklamıyorlar. Rumlar'ın, Bulgarlar'ın, Sırplar'ın Osmanlılık vatanındaki mektepleri meydanda... Oralarda şiddetli bir Türk düşmanlığı tâlim olunuyor (öğretiliyor) ve bunu bütün dünyâ biliyor, gazeteler yazıyor. O halde korkmayınız, sizin bilmenizde bir beis yoktur! Mehmed Ali'nin çocukları, bir vakit Mısır'da Türkçe'nin tekellümünü (konuşulmasını) nasıl men edip Türklüğü oradan terd eyledilerse, bugün Suriye'de de lisânımıza karşı buna benzer bir istiğna (soğukluk) görüyor, oralarda "istiklâl Fırkası" nâmıyle bir Arab cem'iyyeti (derneği) olduğunu, hattâ cem'iyyetin reisinin Avrupa gazetelerine muhbirlik ettiğini anlıyoruz. Arnavutlar'ın bir kısmı, târihteki kardeşliğimizi unutarak millî bir lisan, millî bir edebiyat ihdasına çalışıyorlar ve siyonizmin bile miskin irticaî (gerici) emelleri bizim zararımıza müteallik gibi duruyor. Haricî (dış) düşmanlarımızın kırmızı pençeleri, bu pençelerin zehirli tırnakları içimizde, kalbimizin üzerinde kımıldıyor. Ey gençler, bunları siz duymuyor musunuz? XX. asırdaki vâsi (geniş) ve müdhîş (dehşet verici, korkunç) "ehl-i salîb(haçlı) teşkilâtı", silâhsız ve medenî hücumlarını zavallı yetîm hilâl'e,' bizim üzerimize, Osmanlı Türklüğü'ne tevcih ediyor (çeviriyor). 500-600 sene evvelki mağlûbiyetlerin intikam heyecanlan bugün kabarıyor ve siz ey gençler, hâlâ uyuyor musunuz? Netîce: Uyanınız! Galebe (yenmek) için düşmanlarımızı tanımak lâzımdır ve biliniz ki, bu sırada muharebeyi (savaşı) ordular yaparsa da muzafferiyetini asla kazanamaz. Muzafferiyet, intizam (düzen, disiplin) ve terakkî (yükseliş, kalkınma, ilerlemenindir! İşkodra'dan Bağdad'a kadar bu kıt'ayı, bu Osmanlı memleketini işgal eden Tûrânî ailesi, Türkler, ancak kuvvetli ve ciddî bir terakkî ile hâkimiyetlerini, mevcudiyetlerini muhafaza edebilirler. Terakkî ise, ilmin, fennin (tekniğin), edebiyatın hepinizin arasında intişârına (yayılmasına) vabestedir (bağlıdır) ve bunları neşr (yaymak) için evvelâ lâzım olan millî ve umûmî bir lisandır. Millî ve tabiî bir lisan olmazsa, ilim, fen, edebiyat gene bugünkü gibi bir muamma hâlinde kalacaktır. Asrımız terakkî asrı, mücâdele ve rekaabet asrıdır." İşte bu şuur ve prensipler çerçevesinde ortaya atılan dâva, Servet-i Fünûncular'ın ve Fecr-i Âtîciler'in bütün direnme ve hücumlarına, karşı çıkmalarına rağmen 5-6 sene gibi kısa bir zaman içersinde başarıya ulaştı. Eski muarızlarının da gerçekten değerli birçoklarını-saflarına aldı. 1917-20'de artık edebî dil ile konuşma dili arasındaki ayrılık, aykırılık kaldırılmış, konuşma dili, yâni yaşayan, sâde Türkçe aynı zamanda edebî dil olarak benimsenmiş ve başarılı güzel örneklerini vermişti. Bu neticenin elde edilmesinde Ömer Seyfeddîn'in gerek dâvanın savunucusu, gerekse uygulayıcısı (hikâye yazarı) olarak payı büyüktür, öncülüğü gerçektir. San'atı: Tanzimat'tan sonra Batı tarzında küçük hikâye türünde ilk başarılı denemeleri Sâmîpaşa-zâde Sezai Bey (b.bk.) yapmıştı. Daha sonra Hâlid Ziya (Uşaklıgil) Batılı örneklerine uygun, teknik bakımdan kusursuz hikâyeler yazdı. Ömer Seyfeddîn ise, hikâyeciliği başlı başına bir meslek hâline getirmiş ve bu türü, dili ve muhtevası bakımından tam manâsıyla millileştirmiştir. Ara sıra manzumeler ve polemik yazıları (makaleler) da yazmış olmakla beraber, Ömer Seyfeddîn, esas itibariyle bir hikâye yazarıdır. Şiir, roman, tiyatro gibi hikâye yazarlığının da ayrı ve cazip bir çalışma sahası olduğunu ortaya koyan ve hikâyenin müstakil (bağımsız) bir tür olarak gelişmesine hizmet eden odur. Bir iki uzun hikâyesine "roman" ismini vermiş, bâzı romanlar tasarlamış, hattâ bunlardan bâzılarının ismi okuyucuya duyurulmuş olmakla beraber, gerçekte yazılmış ve basılmış romanı yoktur. 6 piyesi vardır. "Rûznâme" dediği "Günlük"ü basılmıştır. Milliyetçilikle ilgili 3 küçük broşürü vardır. Tesbît edilebilen hikâyelerinin sayısı 135, roman dedikleri ile birlikte 138'dir. Fransızca'dan ufak tefek tercümeleri vardır; bunlar arasında ikisi de yarım kalmış Kal*******a ve İlyada tercümeleri, yazarın destana yönelişini göstermesi bakımından anılmaya değer. Fevziye Abdullah Tansel tarafından toplanan 68 manzumesi, 2 büyük plânlı manzum destan denemesi, "İhtiyarlıkta mı, Gençlikte mi?" isimli l masalı bulunuyor. Fıkra ve makalelerinin sayısı 100'den fazladır. Ömer Seyfeddîn ateşli bir türkçüdür; bir ülkü adamıdır. Ayrıca millî felâket devrimizde, târih boyunca sâhib olduğumuz en büyük imparatorluğun yıkılış ve yağma devrinde, içte ihtilâllerle çalkalandığımız bir buhran döneminde yetişmiş bir aydın ve yazardır. "Sanat şahsî ve muhteremdir", "san'at san'at içindir" diyenler (Servet-i Fünuncular ve Fecr-i Aticiler), onun öncülük ettiği "Yeni Lisan" ve "Millî Edebiyat" akımlarına ve hattâ çeşitli derecelerde "milliyetçilik-türkçülük" fikrine karşı idiler. Bu bakımdan o, "san'at, san'at içindir" fikrine muhaliftir. Ona göre "san'at, millet içindir". Bu bakımdan, hikâyelerinde daha çok siyâsî ve sosyal konuları işlemiştir. Esas maksadı, Türk milletini yükseltmektir; edebiyatı da bu maksadın tesirli bir âleti olarak görür (Nâmık Kemâl gibi). Milletimizde kuvvetli bir millî şuurun uyanmasını, her türlü yükselişin ilk basamağı, dayanağı ve itici gücü saydığı için, konusunu uzak ve yakın târihimizin acı ve tatlı olaylarından alan, Türklük şuurunu güçlendirici hikâyeler yazmıştır. En meşhur ve başarılı hikâyeleri de bunlardır. Taklidçiliği, yabancı hayranlığını, kozmopolitliği, ahlâksızlığı, züppelik ve şarlatanlığı, yaşadığı devirde ve çevresinde müşahede ettiği aydın kusurları olarak şiddetle yermiştir. Millî şuuru kökleştirmek için milletimizin üstünlüklerini belirtir, târihf motifler içinde topluma - tıpkı Nâmık Kemâl'in yaptığı gibi - üstün kahraman örnekleri sunarken, toplum olarak zayıf ve noksan taraflarımıza, milletimizi geri bırakan bâtıl inanışlara, hâlihazırdaki buhran hâlinin çeşitli tezahürlerine değinmekten de geri kalmamıştır. İdeolojisini "Türk olmak ve türklük şuuru içinde medeniyetin çağdaş değerlerini, hiçbir taassuba kapılmaksızın benimseyerek güçlenmek" şeklinde özetlemek mümkündür. Bu hususta Ziya Gökalp'la aralarında esasta bir fark yoktur. Yalnız Ziya Gökalp, Türk târihinin en eski devirlerine dikkatleri çeker, manzumelerinde o devirleri destan-laştırmağa çalışırken, Ömer Seyfeddîn şuurlu ve ısrarlı bir şekilde Osmanlı târihine eğilmiş, târîhî-destânî hikâyelerini bu devir târihimizin ilhamı ile yazmış ve Türk'ün meziyyet, fazîlet ve asaletini Osmanlı împaratorluğu'muzun şan ve ihtişam devirlerinden alınmış örneklerle göstermeğe çalışmıştır. Hikâyelerinin Başlıca Özellikleri: Yeni Lisan hareketini bir ülkü olarak benimsediği ve başlattığı için bu yolda ilk örnekleri teşkîl etmek üzere, hikâyelerinin dili sâdedir. Umumiyetle böyle olmakla beraber, bâzı hikâyelerinde itinasızlık, çok yazma, çeşitli zümrelere, toplumun her katına hitâbetme endîşesi ve benzeri sebeplerle dilinin Servet-i Fünûncular'ınkine benzer bir Osmanlıca'ya kaydığı görülür (Meselâ: İki Meb'ûs, Târih Ezelî Bir Tekerrürdür). Ne var ki, bunların sayısı hikâyelerinin bütünü içinde çok azdır. Servet-i Fünûn'un dilinden ve süslü, şairane, yapmacık ve Firenk taklidi üslûbundan nefret ederdi. Bu sebeple, bir tepkinin de ifâdesi olarak kendi üslûbu süssüz ve yalındır. Servet-i Fünûn'da görülen çevre darlığı Ö. Seyfeddîn'de kırılmıştır. Bu hikâyelerin çevresi, Anadolu ve Rumeli olmak üzere vatanın her köşesi ve kahramanları, toplumun her tabakasından çeşitli insanlardır. Gayeci bir yazar olduğu için, hikâyelerinde fikre ve vak'aya önem verilmiş, kişiler ve çevre ihmâl edilmiştir. Bu bakımdan hikâyeleri ruh tahlilleri ve çevre tasvirleri yönünden başarısız sayılır. Bu zaafına rağmen, târîhî hikâyelerindeki Muhsin Çelebi, Ali Usta, Köse Vezir, Tosun Bey gibi kahramanlar; sosyal konulu hikâyelerindeki Câbî Efendi, Efruz Bey gibi karakterler, umumiyetle psikolojik tahlilleri ihmâl eden yazarın, tip ve karakter yaratmadaki başarısının sevilen ve tutulan, unutulmaz örnekleridir. Hikâyelerde işlenen başlıca konular, kısmen işaret edildiği gibi, yazarın yaşadığı devirdeki siyâsî akımlar, türkçülük fikrinin savunulması, Balkan isyanlarının ve harbinin acıklı olayları, Türk târihinin çeşitli kahramanlık olayları ve kahramanları, halk hikâye, kıssa ve hikmetleri; çocukluk hâtıraları, rastgele, şuursuz ve sathî kültür değiştirme heves ve özentileri ile harblerin doğurduğu toplum, aile ve ahlâk buhranları, çeşitli toplum zaafları, yanlış inanışlar ve günlük olaylardır (Hikâyeler, konulan bakımından tasnîf edilmiş olarak Ötüken Yayınevi tarafından 3 cilt hâlinde bastırılmıştır. Ömer Seyfeddin Bütün Hikayeleri, İst. 1974). Bu hikâyelerin çoğuna ve özellikle konusu sosyal tenkîd olanlara, yazarın mizacından gelen bir mizah ve hiciv havası hâkimdir. Çok ve çabuk yazmıştır. Bu bakımdan bütün hikâyeleri aynı değerde sayılamaz. Bir kısmı teknikçe zayıftır. Balkanlardaki hayvanlaşmış Bulgar çetelerinin Türkler'e ve kendi milletlerine yaptıkları insanlık dışı zulümleri aşırı bir realizmle tasvir etmiş olması; cinsî tecâvüz ve taarruz sahneleri üzerinde detaylı ve uzunca duruşu, gerçek olsalar bile, edebî eser için bedîî hissi inciten, hattâ ahlâk duygusunu yaralıyabilecek unsurlar olarak görülüp tenkîd konusu yapılmıştır. Ömer Seyfeddîn'in bütün ömrü 36 yıldır. Bu kısacık ömrün edebî faaliyet devresi en çok 10 yıl tutar. Bu 10 yıldan az zamanın verimi olan hikâyelerinin hepsi aynı değerde ve teknik güçte olmasa bile, Ömer Sey-feddîn, hikâyeciliğimizin XX. asır başlarında en mühim şahsiyetidir ve Türk Klasikleri arasında çoktan yerini almıştır. Sağlığında Ashâb-ı Kehfimiz (1918), Harem (1918) ve Efruz Bey (1919) ayrı kitaplar olarak basılmıştı. Dîğer hikâyeleri 1926'da, ilk önce yakın arkadaşı Ali Cânib (Yöntem) tarafından kitaplaştırıldı. Sonradan parça parça seçmeler ve külliyat hâlinde birçok basımları yapıldı ve hâlen de yapılmaktadır. Şiirleri, Ömer Seyfettin'in Şiirleri ismiyle Fevziye Abdullah Tansel tarafından bir kitapta toplandı (1972). Piyesleri: Canlar ve Patlıcanlar, İhtiyar Olsam da, Kaatil Kim, Mahcupluk İmtihanı, Nasreddin Hoca, Telgraf. ismet Binark ve Nejat Sefercioğlu tarafından hazırlanan Ölümünün 50. Yılı Münâsebetiyle Ömer Seyfettin Bibliyografyası, Millî Kütüphane tarafından bastırıldı (1970). Tâhir Alangu, Ülkücü Bir Yazarın Romanı: Ömer Seyfettin (1968) isimli eser, belgesel bir roman olup Ömer Seyfeddin'in hayâtını anlatan en geniş ve mükemmel eserdir.