00:07 ÖMER SEYFETTİN BİYOGRAFİSİ

Biyografisi
ÖMER SEYFEDDÎN (11 Mart 1884 - 6 Mart 1920), Yeni Lisan ve Millî Edebiyat akımının ve Türk milliyetçiliğinin öncülerinden, değerli hikâye yazarı. Gönen (Balıkesir)'de doğdu. Babası, aslen Kafkas Türkleri'nden Binbaşı Ömer Şevki Bey; annesi, Ankaralı Topçu Kaymakamı (yarbay) Mehmed Bey'-in kızı Fatma Hanım'dır. Aile İstanbullu olduğu halde, Ömer Şevki Bey'in (o zaman yüzbaşı) resmî vazîfesi dolayısıyle Gönen'de bulunmaktadırlar. Ömer'in çocukluk yıllarında, aynı sebeple, İnebolu ve Ayancık'ta da bulunmuşlardır. Çocukluk hâtıralarına dayanan hikâyelerinde bu yılların ve çevrelerin izleri görülür. Gönen'de bir müddet mahalle mektebine devam etmiştir. Babası Ayancık'a tâyin olununca Ömer, annesi ile birlikte İstanbul'a geldi(1892).
DedesininKocamustafapaşa'daki konağına yerleştiler. Ömer, Yusufpaşa'daki Özel Mekteb-i Os-mânî'ye kayd oldu. 1893'te Eyüp'teki Askerî Baytar Rüşdiyesi'nin subay çocukları için açılmış "sınıf-ı mahsus" (özel sınıf) una nakledildi. 1896'da buradan mezun oldu. Normal olarak Kuleli Askerî İdâdîsi'ne devam etme hakkı vardı, fakat o, arkadaşı Enis Avni (Aka Gündüz) ile birlikte kendi isteği ile Edirne Askerî İdâdîsi'ni tercih etti. Edebî hayâtı, daha doğrusu edebiyata karşı ilgi ve merakı Edirne Askerî İdâdîsi'-nde başlamıştır. Tanzîmat ve Servet-i Fünûn'un başlıca yazar ve şâirlerini bu yıllarda tanımış, beğenerek ve etkilenerek okumuştur. İlk heveslerinin ilk ürünleri olan denemeleri ki şiirdir, bu yıllara aittir. 1900'-de idâdîden mezun olarak istanbul'a döndü ve Mekteb-i Harbiye-i Şâhâne'ye (Kara Harb Okulu) girdi. 1903'te piyade mülâzım-ı sânîsi (asteğmen-teğmen) olarak harbiyeyi bitirdi. Önce III. Ordu'nun İzmir'deki Redif Fırkası (tugay-tümen)'na tâyin ve bir süre sonra da Kuşadası'ndaki Redif Taburu'na nakl olunmuştur (Redif, son dönem Osmanlı ordusunda, nizamî askerlik hizmetini tamamlayıp yedek askerliğini yapanlara verilen isimdir.) Buralarda edebî, fikrî ve estetik ilgileri gelişerek devam etti. Edebiyat ve sanat meraklılarından kendine göre bir çevre de edinmişti. Yâkub Kadri'nin yazdığına göre: "İzmir'in daracık irfan muhîtinde epeyce şöhretli bir muharrir" sayılıyordu. İlerde öncülüğünü yapacağı "Dilde Türkçülük" fikrinin ilk tohumlarını da bu çevreden almıştı. 1909'da üsteğmen olarak Selânik'e III. Ordu merkezine tâyini çıktı. Rumeli'de Manastır, Pirlepe, Köprülü, Cumâ-yı Bâlâ kasaba ve köylerinde vazîfeli olarak bulundu. Razlık (şimdi Bulgaristan'da) kasabasının Yakorit köyünde bölük komutanlığı yaptı. Bu bölgedeki başlıca işleri, imparatorluğa karşı ayaklanma hâlinde bulunan, her tarafta kaynaşan ve ortalığı karıştıran çeşitli Balkan kavimlerinden haydut, çeteci, komitacı ve eşkıyaların te'dîb ve tenkili idi. Ömer Seyfeddîn bu gerçekten çok zor ve çetin" görevi esnasında Balkanlı kavimlerin milletimiz aleyhine nasıl şiddetli bir kin ve intikam duygusuyla kışkırtılıp ayaklandırıldıklarını, ne derece mutaassıp bir din ve milliyet duygusuyla yetiştirildiklerini gördü. Bunlar, Türk hâkimiyetini kırmak, Türk milletini yok etmek ve millî istiklâllerine kavuşmak hırsı içinde vahşet ve facia tabloları yaratıyorlardı. Bu Türk kanı ile çizilmiş facia tabloları da yazarın genç bir subay olarak gözlemleri arasındadır. Ö. Seyfeddîn ve bir aydın Türk nesli, Türk milleti için de yegâne kurtuluş yolunun sağlam bir milliyet şuuru etrafında derlenip toparlanmak, sür'atle millî benliğimizin idrâkine vararak millî haklarımıza sahip çıkmak olduğunu, kitaplardan ziyâde bu kan ve ateş çemberi içinde hayattan öğrendi. Bomba, Beyaz Lâle, Tuhaf Bir Zulüm adlı hikâyeler, bu Balkan komitacılığına ait müşahede, intiba ve ilhamlarla yazılmıştır. Osmanlı'ya âsî kavimlere Avrupa ve Rus desteği de o yılların, o yerlerin müşahede ve tesbitleri arasındadır. Ömer Seyfeddîn'in edebî şahsiyet ve faaliyeti, Balkanlar'da bulunduğu süre içinde iyice gelişmiş, olgunlaşmıştır. Selanik ve İstanbul'da çıkan çeşitli dergilerde takma isimle şiir, hikâye ve yazıları yayınlanmaktadır. Edebiyat ve san'at muhitleri ile devamlı temas ve muhabere halindedir. "Yeni Lisan" hareketinin başlamasına vesîle teşkîl eden, arkadaşı Ali Cânib'e yazdığı meşhur mektup da Yakorit'te kaleme alınmıştır. 17 Nisan 1909'da Hareket Ordusu ile İstanbul'a geldi. 1911'de Ziya Gökalp'ın da arzu ve tavsiyesine uyarak tazminatını ödeyip ordudan ayrıldı. Hizmetine yazar ve öğretmen olarak sivil hayatta devam edecekti. Selânik'e yerleşti. Yayın hayâtının ikinci devresinden (18. Nisan 1911) itibaren "Yeni Lisan-Millî Edebiyat" dâvasının organı olan Genç Kalemler de Selanik'te çıkıyordu. Balkan Savaşı'nın patlaması üzerine (8.Ekim.l912) yeniden orduya çağrıldı ve döndü. Böylece sivil yazarlık hayâtı ancak l yıl kadar sürmüştü. Garb Ordusu 39. Alay 3. Tabur emrinde Sırp ve Yunan cephelerinde savaştı. 20 Ocak 1913'te Yanya Savunması esnasında Yunanlılar'a esir düştü. 10 ay kadar süren esaret müddeti, Atina yakınlarında Nafliyon kasabasındaki esir kampında geçti. 15 Kasım 1913'te esaretten kurtularak istanbul'a döndü. İkinci def'a askerlikten istîfâ ederek ömrünün sonuna kadar devam edecek olan yazarlık ve öğretmenlik hayâtına başladı. Türk Yurdu derneği tarafından çıkartılan Türk Sözü dergisinde başyazarlık, Kabataş Sultanî (Lise)si ve İstanbul Erkek Muallim Mektebi'nde edebiyat öğretmenliği yaptı. Başka birçok dergi ve gazetelerde de yazıları ve hikâyeleri çıkıyordu. 1915 sonlarında Dr. Besim Edhem Bey'in kızı Calibe Hamm'la evlendi. 6 Aralık 1916'da Fâhire Güner (Elgen) adını verdikleri kızı doğdu. Genç Kalemler'de başlattıkları Yeni Lisan-Millî Edebiyat dâvası, kıvamını 1917'de haftalık Yeni Mecmua ve Şâirler Derneği teşebbüsleri ile buldu. Ö. Seyfeddin bu teşebbüslerin içinde ve önündedir. 29 hikâyesi Yeni Mecmua'da çıkmıştır. Aynı anlayışta Şâir ve Büyük Mecmua isimli dergilerde de yazmıştır. 1917'de Harbiye Nezâreti'nin (Genel Kurmay) açtığı "Savaş Edebiyatı" kampanyasına katıldı. Meşhur târîhî-destânî hikâyelerini bu sırada yazarak Yeni Mecmua'da yayınladı. Eylül 1918'de talihsiz evliliği sona erdi. Bu ayrılık ve yuva yıkılma hâdisesi Ömer Seyfeddîn'i manen çökertti, ona çok ağır bir darbe oldu. I. Dünyâ Harbi mağlûbiyetini ve Mütâreke'yi gördü. Ferdî-âilevî ıztırâbı, millî felâketlerle de birleşmiş oldu. Üstelik yalnız, bakımsız ve fakirdi. 4 Mart'ta kaldırıldığı Haydarpaşa Tıb Fakültesi Hastahânesi'nde 6 Mart 1920 Cumartesi saat 13.30'da öldü. Tıbbın o günkü imkânları ile önceden teşhis edilememiş olmakla beraber, yapılan otopsi sonucunda hastalığının "şeker" olduğu anlaşıldı. Kadıköy-Kuşdili Mahmud Baba Mezarlığı'na gömüldü. 1939'da bu mezarlığın kaldırılması üzerine, kemikleri ve mezarı Ayazağa'daki Asrî Mezarlık'a taşındı. Şahsiyeti: Ömer Seyfeddîn, atlet yapılı, sportmen, son derece neş'eli şakacı, nüktedan, istihzaya düşkün, bedbinlikten hoş-lanmıyan, keskin zekâlı bir insandı. Son derece dürüst ve mertti. Gurur, kibir, öğünme, böbürlenme ve menfaat düşkünlüğü gibi alçaltıcı hislerden uzaktı. Haysiyet ve izzet-i nefsine düşkündü. Dostları için her şeyini feda edecek kadar engin ve dost gönüllü ve bilhassa vefalı bir insandı. Kendini iyi yetiştirmiş gerçek bir san'atkârdı. Ziya Gökalp'ın Merkez-i Umûmî (Genel Merkez) azası olması ve bu partinin uyanış hâlindeki Türk milliyetçiliği fikrini desteklemesi dolayısıyle İttihad ve Terakkî'ye yakındı. Fakat hiçbir zaman mutaassıp bir partici değildi. İlgisinin asıl merkezi, Türk milliyetçiliği ülküsü ve bu ülkünün ışığında geliştirilen san'at ve fikir hareketleri idi. Parti ile olan yakınlığını hiçbir zaman şahsına menfaat ve dünyalık temin etmek gibi gayeler için istismar etmeği düşünmemiştir. I. Dünyâ Harbi içinde Harbiye Nezâreti'nin açtığı "Savaş Edebiyatı" kampanyasına katılışı vesîle edilerek hakkında çıkartılan dedikoduların gerçekle ilgisi yoktur. Onun bu kampanyaya katılışı, fikrî yapısı ve ülkücü şahsiyeti bakımından son derece tabiîdir. Hemen birçok idealistler gibi fakr u zaruret içinde, sıkıntılı, dar gelirli, fakat başı dik bir hayat yaşamıştır. İttihad ve Terâkkî'nin umûmî politika ve icrââtının eksik, aksak ve zararlı hiçbir yönünü ne beğenmiş, ne de savunmuştur. Yeri geldikçe bunları tenkîd etmekten de geri durmamıştır. Kuruluş ve gelişme yıllarında mason locaları ile yakın işbirliği yapmış ve masonların desteğinden yararlanmış olan İttihad ve Terakkî'nin bir kanadı (meselâ -Tal'at Paşa) masondu. Ömer Seyfeddîn; Ziya Gökalp, yakın dostları Ali Cânib (Yöntem) ve dîğer millî ve islâmî düşünce sahibi İttihad-Te-rakkî çevresinden kimselerle beraber masonluğu kabul etmemiştir. Şuurlu bir milliyetçi olarak "masonluğun insâniyetperverlik süsü altındaki kozmopolit temâyülü"nün ve bilhassa o yıllarda Batı (İngiliz) emperyalizminin paravanası olarak kullanıldığının farkında ve bu sebeple de karşısında-dır. Yalnız şu husus bile, onun şahsiyet ve düşünce istiklâlini göstermek bakımından yeteri kadar manâlı olsa gerektir. Yeni Lisan Dâvası: Türkçülük (Türk milliyetçiliği), bir fikir ve kültür hareketi olarak gelişmiş ve ilk müessir aksiyonu Türkçecilik alanında olmuştur. 1911'de Genç Kalemler dergisinin başlattığı "Yeni Lisan" dâvası, o zaman ortaya atılan şekliyle önce Ömer Seyfeddîn'in kafasında şekillenmiş ve derginin ilk başyazısında imzasız olarak, fakat onun kaleminden takdîm edilmiştir. "Yeni Lisan" dâvası, Tanzîmatkan, hattâ daha eskiden" beri sürüp gelen yazı dilinin sadeleştirilmesi mes'elesidir. Kısa zamanda millî bir görüş hâline gelen ve Millî Edebiyat çığırının açılmasına sebeb olan bu mes'elenin esâsı gayet sâde ve açıktı: Konuşma dili ile edebî dil (yazı dili) arasındaki farklılık kaldırılmalı, konuşma dili, aynı zamanda edebî dil (yazı dili) olarak geliştirilmeli idi. Tanzimat'tan (1860'lardan) beri çok söylenmiş, fakat bir türlü gerçekleştirilememiş olan bu görüşü, Ömer Seyfeddîn, Ali Cânib, Ziya Gökalp yeniden ortaya atıp inançla savundular; hem kendileri, hem de Millî Edebiyat akımını benimseyen dîğer şâir ve yazarlar hemen uygulamaya koydular. "Yeni Lisan" dâvası aşırılıklardan uzak mâkul prensiplerle ortaya kondu: Dil tabiî olmalıdır. Arapça ve Farsça kaidelere göre yapılmış olan bütün tamlamalar -klişeleşerek dilimize yerleşmiş olanlar hâriç- atılmalıdır. Yine klişeleşmiş olanlar hâriç, bütün kelimelerin çokluk şekli Türkçe çokluk takısı (-ler,-lar) ile yapılmalıdır. Lüzumsuz Arapça ve Farsça edatlar atılmalıdır. Mes'elenin can damarı, yabancı kaidelerin atılması üzerinde toplanıyordu. Ömer Seyfeddîn: "Lisânımızda yalnız Türkçe kaideleri hükmedecek, yalnız Türkçe kaideleri... Türkçe'nin mekanizmasını bozan Arabî ve Fârisî kaideleri bilmiyeceğiz, anlamıyaca-ğız. Bu adım kat'î olacak" diye ısrarla bu hususu belirtiyordu. İki-üç yüzyıl önceki veya daha eski Türkçe'ye veya Çağatayca'ya dönmek gibi bir niyetleri olmadığını, dili fakirleştirecek, mutaassıp bir tasfiyeciliği (kökü Türkçe olmıyan bütün kelimelerin yabancı sayılarak atılması görüşü) tasvîb etmediklerini; dilimizin kaidelerine uymak, milletimizce benimsenmiş olmak şartıyla Türkçeleşmiş her kelimeyi Türkçe saydıklarım, konuşma dili derken ince ve güzel İstanbul şîvesini esas aldıklarım tereddüt ve endîşeye yer bırakmıyacak bir açıklıkla ifâde ediyorlardı. Ömer Seyfeddîn'in, dâvasını ortaya koyuşta, bugün bile yeterince anlaşılamadığını sandığımız esaslı bir dikkati vardı: O, dil mes'elesini sırf kendinden ibaret mücerret bir mes'ele gibi ele almıyor; bu mes'eleyi millî kültür ve medeniyet, gelişme ve yükselme, milletin var olması ve istiklâli gibi hayatî dâvalarla irtibatını işaret ederek, milliyetçi dünyâ görüşünün esaslı bir parçası hâlinde ortaya koyuyordu. Şu dikkate değer satırlar "Yeni Lisan" makalesinden alınmıştır: "Ey Gençler! Ey bugün eski devirden kalma mekteplerin dar dershânelerindeki kuru sıralar üzerinde müstakbeli (geleceği) kazanmak için çalışan gençler, sizi bekleyen vazifeler pek ağırdır. Siz bütün dünyâca siyâsî ve içtimâî(sosyal) mevcûdiyeti(varlığı) silinmek istenilen bir milleti kurtaracaksınız. Evet, bütün dünyâca... Avrupalıların hilâl ve salîb (haç) nâmına yaptıkları haksızlıkları şüphesiz biliyorsunuz... Unutmayınız ki, etrafımızdaki Bulgar, Sırp, Karadağ, Yunan hükümetleri ihtizar (can çekişme) dakikalarımızı beklediklerini saklamıyorlar. Rumlar'ın, Bulgarlar'ın, Sırplar'ın Osmanlılık vatanındaki mektepleri meydanda... Oralarda şiddetli bir Türk düşmanlığı tâlim olunuyor (öğretiliyor) ve bunu bütün dünyâ biliyor, gazeteler yazıyor. O halde korkmayınız, sizin bilmenizde bir beis yoktur! Mehmed Ali'nin çocukları, bir vakit Mısır'da Türkçe'nin tekellümünü (konuşulmasını) nasıl men edip Türklüğü oradan terd eyledilerse, bugün Suriye'de de lisânımıza karşı buna benzer bir istiğna (soğukluk) görüyor, oralarda "istiklâl Fırkası" nâmıyle bir Arab cem'iyyeti (derneği) olduğunu, hattâ cem'iyyetin reisinin Avrupa gazetelerine muhbirlik ettiğini anlıyoruz. Arnavutlar'ın bir kısmı, târihteki kardeşliğimizi unutarak millî bir lisan, millî bir edebiyat ihdasına çalışıyorlar ve siyonizmin bile miskin irticaî (gerici) emelleri bizim zararımıza müteallik gibi duruyor. Haricî (dış) düşmanlarımızın kırmızı pençeleri, bu pençelerin zehirli tırnakları içimizde, kalbimizin üzerinde kımıldıyor. Ey gençler, bunları siz duymuyor musunuz? XX. asırdaki vâsi (geniş) ve müdhîş (dehşet verici, korkunç) "ehl-i salîb(haçlı) teşkilâtı", silâhsız ve medenî hücumlarını zavallı yetîm hilâl'e,' bizim üzerimize, Osmanlı Türklüğü'ne tevcih ediyor (çeviriyor). 500-600 sene evvelki mağlûbiyetlerin intikam heyecanlan bugün kabarıyor ve siz ey gençler, hâlâ uyuyor musunuz? Netîce: Uyanınız! Galebe (yenmek) için düşmanlarımızı tanımak lâzımdır ve biliniz ki, bu sırada muharebeyi (savaşı) ordular yaparsa da muzafferiyetini asla kazanamaz. Muzafferiyet, intizam (düzen, disiplin) ve terakkî (yükseliş, kalkınma, ilerlemenindir! İşkodra'dan Bağdad'a kadar bu kıt'ayı, bu Osmanlı memleketini işgal eden Tûrânî ailesi, Türkler, ancak kuvvetli ve ciddî bir terakkî ile hâkimiyetlerini, mevcudiyetlerini muhafaza edebilirler. Terakkî ise, ilmin, fennin (tekniğin), edebiyatın hepinizin arasında intişârına (yayılmasına) vabestedir (bağlıdır) ve bunları neşr (yaymak) için evvelâ lâzım olan millî ve umûmî bir lisandır. Millî ve tabiî bir lisan olmazsa, ilim, fen, edebiyat gene bugünkü gibi bir muamma hâlinde kalacaktır. Asrımız terakkî asrı, mücâdele ve rekaabet asrıdır." İşte bu şuur ve prensipler çerçevesinde ortaya atılan dâva, Servet-i Fünûncular'ın ve Fecr-i Âtîciler'in bütün direnme ve hücumlarına, karşı çıkmalarına rağmen 5-6 sene gibi kısa bir zaman içersinde başarıya ulaştı. Eski muarızlarının da gerçekten değerli birçoklarını-saflarına aldı. 1917-20'de artık edebî dil ile konuşma dili arasındaki ayrılık, aykırılık kaldırılmış, konuşma dili, yâni yaşayan, sâde Türkçe aynı zamanda edebî dil olarak benimsenmiş ve başarılı güzel örneklerini vermişti. Bu neticenin elde edilmesinde Ömer Seyfeddîn'in gerek dâvanın savunucusu, gerekse uygulayıcısı (hikâye yazarı) olarak payı büyüktür, öncülüğü gerçektir. San'atı: Tanzimat'tan sonra Batı tarzında küçük hikâye türünde ilk başarılı denemeleri Sâmîpaşa-zâde Sezai Bey (b.bk.) yapmıştı. Daha sonra Hâlid Ziya (Uşaklıgil) Batılı örneklerine uygun, teknik bakımdan kusursuz hikâyeler yazdı. Ömer Seyfeddîn ise, hikâyeciliği başlı başına bir meslek hâline getirmiş ve bu türü, dili ve muhtevası bakımından tam manâsıyla millileştirmiştir. Ara sıra manzumeler ve polemik yazıları (makaleler) da yazmış olmakla beraber, Ömer Seyfeddîn, esas itibariyle bir hikâye yazarıdır. Şiir, roman, tiyatro gibi hikâye yazarlığının da ayrı ve cazip bir çalışma sahası olduğunu ortaya koyan ve hikâyenin müstakil (bağımsız) bir tür olarak gelişmesine hizmet eden odur. Bir iki uzun hikâyesine "roman" ismini vermiş, bâzı romanlar tasarlamış, hattâ bunlardan bâzılarının ismi okuyucuya duyurulmuş olmakla beraber, gerçekte yazılmış ve basılmış romanı yoktur. 6 piyesi vardır. "Rûznâme" dediği "Günlük"ü basılmıştır. Milliyetçilikle ilgili 3 küçük broşürü vardır. Tesbît edilebilen hikâyelerinin sayısı 135, roman dedikleri ile birlikte 138'dir. Fransızca'dan ufak tefek tercümeleri vardır; bunlar arasında ikisi de yarım kalmış Kal*******a ve İlyada tercümeleri, yazarın destana yönelişini göstermesi bakımından anılmaya değer. Fevziye Abdullah Tansel tarafından toplanan 68 manzumesi, 2 büyük plânlı manzum destan denemesi, "İhtiyarlıkta mı, Gençlikte mi?" isimli l masalı bulunuyor. Fıkra ve makalelerinin sayısı 100'den fazladır. Ömer Seyfeddîn ateşli bir türkçüdür; bir ülkü adamıdır. Ayrıca millî felâket devrimizde, târih boyunca sâhib olduğumuz en büyük imparatorluğun yıkılış ve yağma devrinde, içte ihtilâllerle çalkalandığımız bir buhran döneminde yetişmiş bir aydın ve yazardır. "Sanat şahsî ve muhteremdir", "san'at san'at içindir" diyenler (Servet-i Fünuncular ve Fecr-i Aticiler), onun öncülük ettiği "Yeni Lisan" ve "Millî Edebiyat" akımlarına ve hattâ çeşitli derecelerde "milliyetçilik-türkçülük" fikrine karşı idiler. Bu bakımdan o, "san'at, san'at içindir" fikrine muhaliftir. Ona göre "san'at, millet içindir". Bu bakımdan, hikâyelerinde daha çok siyâsî ve sosyal konuları işlemiştir. Esas maksadı, Türk milletini yükseltmektir; edebiyatı da bu maksadın tesirli bir âleti olarak görür (Nâmık Kemâl gibi). Milletimizde kuvvetli bir millî şuurun uyanmasını, her türlü yükselişin ilk basamağı, dayanağı ve itici gücü saydığı için, konusunu uzak ve yakın târihimizin acı ve tatlı olaylarından alan, Türklük şuurunu güçlendirici hikâyeler yazmıştır. En meşhur ve başarılı hikâyeleri de bunlardır. Taklidçiliği, yabancı hayranlığını, kozmopolitliği, ahlâksızlığı, züppelik ve şarlatanlığı, yaşadığı devirde ve çevresinde müşahede ettiği aydın kusurları olarak şiddetle yermiştir. Millî şuuru kökleştirmek için milletimizin üstünlüklerini belirtir, târihf motifler içinde topluma - tıpkı Nâmık Kemâl'in yaptığı gibi - üstün kahraman örnekleri sunarken, toplum olarak zayıf ve noksan taraflarımıza, milletimizi geri bırakan bâtıl inanışlara, hâlihazırdaki buhran hâlinin çeşitli tezahürlerine değinmekten de geri kalmamıştır. İdeolojisini "Türk olmak ve türklük şuuru içinde medeniyetin çağdaş değerlerini, hiçbir taassuba kapılmaksızın benimseyerek güçlenmek" şeklinde özetlemek mümkündür. Bu hususta Ziya Gökalp'la aralarında esasta bir fark yoktur. Yalnız Ziya Gökalp, Türk târihinin en eski devirlerine dikkatleri çeker, manzumelerinde o devirleri destan-laştırmağa çalışırken, Ömer Seyfeddîn şuurlu ve ısrarlı bir şekilde Osmanlı târihine eğilmiş, târîhî-destânî hikâyelerini bu devir târihimizin ilhamı ile yazmış ve Türk'ün meziyyet, fazîlet ve asaletini Osmanlı împaratorluğu'muzun şan ve ihtişam devirlerinden alınmış örneklerle göstermeğe çalışmıştır. Hikâyelerinin Başlıca Özellikleri: Yeni Lisan hareketini bir ülkü olarak benimsediği ve başlattığı için bu yolda ilk örnekleri teşkîl etmek üzere, hikâyelerinin dili sâdedir. Umumiyetle böyle olmakla beraber, bâzı hikâyelerinde itinasızlık, çok yazma, çeşitli zümrelere, toplumun her katına hitâbetme endîşesi ve benzeri sebeplerle dilinin Servet-i Fünûncular'ınkine benzer bir Osmanlıca'ya kaydığı görülür (Meselâ: İki Meb'ûs, Târih Ezelî Bir Tekerrürdür). Ne var ki, bunların sayısı hikâyelerinin bütünü içinde çok azdır. Servet-i Fünûn'un dilinden ve süslü, şairane, yapmacık ve Firenk taklidi üslûbundan nefret ederdi. Bu sebeple, bir tepkinin de ifâdesi olarak kendi üslûbu süssüz ve yalındır. Servet-i Fünûn'da görülen çevre darlığı Ö. Seyfeddîn'de kırılmıştır. Bu hikâyelerin çevresi, Anadolu ve Rumeli olmak üzere vatanın her köşesi ve kahramanları, toplumun her tabakasından çeşitli insanlardır. Gayeci bir yazar olduğu için, hikâyelerinde fikre ve vak'aya önem verilmiş, kişiler ve çevre ihmâl edilmiştir. Bu bakımdan hikâyeleri ruh tahlilleri ve çevre tasvirleri yönünden başarısız sayılır. Bu zaafına rağmen, târîhî hikâyelerindeki Muhsin Çelebi, Ali Usta, Köse Vezir, Tosun Bey gibi kahramanlar; sosyal konulu hikâyelerindeki Câbî Efendi, Efruz Bey gibi karakterler, umumiyetle psikolojik tahlilleri ihmâl eden yazarın, tip ve karakter yaratmadaki başarısının sevilen ve tutulan, unutulmaz örnekleridir. Hikâyelerde işlenen başlıca konular, kısmen işaret edildiği gibi, yazarın yaşadığı devirdeki siyâsî akımlar, türkçülük fikrinin savunulması, Balkan isyanlarının ve harbinin acıklı olayları, Türk târihinin çeşitli kahramanlık olayları ve kahramanları, halk hikâye, kıssa ve hikmetleri; çocukluk hâtıraları, rastgele, şuursuz ve sathî kültür değiştirme heves ve özentileri ile harblerin doğurduğu toplum, aile ve ahlâk buhranları, çeşitli toplum zaafları, yanlış inanışlar ve günlük olaylardır (Hikâyeler, konulan bakımından tasnîf edilmiş olarak Ötüken Yayınevi tarafından 3 cilt hâlinde bastırılmıştır. Ömer Seyfeddin Bütün Hikayeleri, İst. 1974). Bu hikâyelerin çoğuna ve özellikle konusu sosyal tenkîd olanlara, yazarın mizacından gelen bir mizah ve hiciv havası hâkimdir. Çok ve çabuk yazmıştır. Bu bakımdan bütün hikâyeleri aynı değerde sayılamaz. Bir kısmı teknikçe zayıftır. Balkanlardaki hayvanlaşmış Bulgar çetelerinin Türkler'e ve kendi milletlerine yaptıkları insanlık dışı zulümleri aşırı bir realizmle tasvir etmiş olması; cinsî tecâvüz ve taarruz sahneleri üzerinde detaylı ve uzunca duruşu, gerçek olsalar bile, edebî eser için bedîî hissi inciten, hattâ ahlâk duygusunu yaralıyabilecek unsurlar olarak görülüp tenkîd konusu yapılmıştır. Ömer Seyfeddîn'in bütün ömrü 36 yıldır. Bu kısacık ömrün edebî faaliyet devresi en çok 10 yıl tutar. Bu 10 yıldan az zamanın verimi olan hikâyelerinin hepsi aynı değerde ve teknik güçte olmasa bile, Ömer Sey-feddîn, hikâyeciliğimizin XX. asır başlarında en mühim şahsiyetidir ve Türk Klasikleri arasında çoktan yerini almıştır. Sağlığında Ashâb-ı Kehfimiz (1918), Harem (1918) ve Efruz Bey (1919) ayrı kitaplar olarak basılmıştı. Dîğer hikâyeleri 1926'da, ilk önce yakın arkadaşı Ali Cânib (Yöntem) tarafından kitaplaştırıldı. Sonradan parça parça seçmeler ve külliyat hâlinde birçok basımları yapıldı ve hâlen de yapılmaktadır. Şiirleri, Ömer Seyfettin'in Şiirleri ismiyle Fevziye Abdullah Tansel tarafından bir kitapta toplandı (1972). Piyesleri: Canlar ve Patlıcanlar, İhtiyar Olsam da, Kaatil Kim, Mahcupluk İmtihanı, Nasreddin Hoca, Telgraf. ismet Binark ve Nejat Sefercioğlu tarafından hazırlanan Ölümünün 50. Yılı Münâsebetiyle Ömer Seyfettin Bibliyografyası, Millî Kütüphane tarafından bastırıldı (1970). Tâhir Alangu, Ülkücü Bir Yazarın Romanı: Ömer Seyfettin (1968) isimli eser, belgesel bir roman olup Ömer Seyfeddin'in hayâtını anlatan en geniş ve mükemmel eserdir.

23:53 İlk Cinayet

İlk Cinayet
Ben hep acı içinde yaşayan bir adamım! Bu sıkıntı âdeta kendimibildiğim anda başladı. Belki daha dört yaşında yoktum. Ondan sonra yaptığımdeğil, hattâ düşündüğüm kötülüklerin bile vicdanımda tutuşturduğu sonsuzcehennem sıkıntıları içinde hâlâ kıvranıyorum. Beni üzen şeylerin hiç biriniunutmadım. Anılarım sanki yalnız hüzün için yapılmış. *** Evet, acaba dört yaşımda var mıydım? Ondan önce hiç bir şeybilmiyorum. Bilinç, başımıza nasıl yakmayan bir yıldırım gibi düşer. Tolstoy,daha dokuz aylık bir çocukken kendisinin banyoya sokulduğunu hatırlıyor. İlkduygusu bir hoşlanma! Benimki müthiş bir sıkıntıyla başladı. Ben ilk kezkendimi Şirket vapurunda hatırlıyorum. Hâlâ gözümün önünde: Sanki dünyaya oanda doğmuşum, annemin kucağı... Annem, yanındaki çok sarı saçlı, genç birhanımla gülüşerek konuşuyor, cıgara içiyorlar. Annem cıgarasını ince gümüş birmaşaya takmış. Ben bunu istiyorum. - Al ama ağzına sürme! diyor. Bana bu ince maşayı veriyor, cıgarasını denize atıyor. Galiba yaz. Çokaydınlık, çok güneşli bir hava... Annem, konuşurken mavi tüylü bir yelpazeyiyavaş yavaş sallıyor. Ben kucağından kayıyorum. Beni kollarımdan tutarakyanına oturtuyor. Gümüş maşacığın halkasına parmağımı takıyor, annem görmedenucunu ağzıma sokuyor, dişlerimle ısırıyorum. Konuştuğu sarı saçlı hanımınçarşafı mavi... Ben beyazlar giymiştim. Başım açık. Saçlarım çok. Hem galibadağılmış. Annem bunları düzeltirken başımı yukarıya kaldırıyorum. Güneşten kumkum parlayan tentenin kenarında el kadar bir gölge kımıldıyor. - Bak, bak! diyorum. Annem de başını kaldırıyor: - Kuş konmuş, diyor. Bu kuşu isteyince, - Tutulmaz, diyor. Ben yine istiyorum. Annem şemsiyesiyle bu gölgenin altına vuruyor. Amagölgede kımıltı yok. Yine yanımdaki hanıma dönüyor: - A, kaçmadı. - Neye acaba? - Yavru olacak mutlaka. - ... - Anne, ben kuşu isterim! diye tutturuyorum. O vakit annem yelpazesini bırakıp ayağa kalkıyor, beni koltuklarımınaltından tutuyor ve küçük bir top gibi dışarıya kaldırırken diyor ki: - Birdenbire tut ha! Başım keten tenteye yaklaşınca, gözlerim kamaşıyor. Ellerimiuzatıyorum. Tutuveriyorum. Bu, beyaz bir kuş... Annem alıyor elimden, öpüyor,sarı saçlı hanım da öpüyor, ben de öpüyorum. - Ah, zavallı daha yavru. - Martı yavrusu. - Uçamıyor olmalı. - Denize düşerse boğulur. - ... Öteki kadınlar da söze karışıyor, «Yaşamaz!» diyorlar. Annem beyazkuşu «A zavallı, a zavallı!» diye uzun uzadıya okşadıktan sonra benim kucağımaveriyor. - Eve götürelim, belki yaşar, diyor, ama sakın sıkma yavrum. - Sıkmam. - Böyle tut işte. Gümüş maşacığına bir ince cıgara takıyor. Yanındaki hanımla yinedalıyor söze. Kuşcağızın tüyleri o kadar beyaz ki... Dokunuyorum...Kanatlarının kemikleri belli oluyor. Ayakları kırmızı. Kaçmak için hiç çırpınmyor, şaşırmış. Gözleri yusyuvarlak. Kırmızı gagasının kenarında sanki sarı birşey yemiş de bulaşığı kalmış gibi sarı bir iz var. Boynunu uzatarak çevresinebakmağa çalışıyor. Ben o zaman gözlerimi anneme kaldırıyorum. Yanımdakihanımla gülüşerek konuşuyorlar. Benimle ilgili değil. Sonra beyaz kuşun uzananince boynunu yavaşça elimle tutuyorum. Bütün gücümle sıkmağa başlıyorum.Kanatlarını açmak istiyor. Öteki elimle onları da tutuyorum. Mercan ayaklarıdizlerime batıyor. Sıkıyorum, sıkıyorum, sıkıyorum. Dişlerimi, kırılacak gibisıkıyorum, gık diyemiyor. Sarı kenarlı gagacığı titreyerek açılıp kapanıyor.Pembe sivri dili dışarı çıkıyor. Yuvarlak gözleri önce büyüyor. Sonraküçülüyor, sonra sönüyor... Birdenbire, kasılmış ellerimi açıyorum. Beyazkuşçağızın ölüsü «pat!» diye düşüyor yere. ...
Annem dönüyor, eğiliyor. Yerden bu henüz sıcak masum ölüyü alıyor.«A... Aaa... Ölmüş!..» dedikten sonra bana dik dik bakıyor: - Ne yaptın? - ... - Sıktın mı? - ... - Söyle bakayım? - ... Karşılık veremiyor, avazım çıktığı kadar ağlamağa başlıyorum. Anneminelinden beyaz kuşun ölüsünü sarı saçlı hanım alıyor: - Ah, ne günah! - ... - Zavallıcık. - ... Başka kadınlar da söze karışıyor. Karşımızda oturan şişman, yaşlı birkadın cinayetimi bildiriyor: - Boğdu. Gördüm vallahi, ne hain çocuk... - ... - Annem sapsarı kesilmiş, sesi titriyor: «Ah insafsız!» diye bana yine acı acı bakıyor. Daha beter ağlıyorum. Okadar ağlıyorum ki... Beni artık susturamıyorlar. Ne vakit, nerede, nasılsustuğumu bugün hatırlayamıyorum. Sanki sonsuza kadar ağlıyorum. Kendimi bilir bilmez yaptığım bu cinayetin üzerinden işte otuz yıldanfazla bir zaman geçti. Şimdi Şirket vapurlarının güvertelerinde otururken nezaman bir martı görsem, birdenbire, neşemi kaybederim. Bir çocuk haykırışıyleağlamak isterim. Yüreğimin içinde derin bir sızı büyür, büyür. Göğsümü acıtır. «Ah insafsız!» diye beni azarlayan anneciğimin hiç bitmeyen paylamasını duyar gibi olurum.

23:53 Diyet

Diyet
Dar kapısından başka aydınlık girecek hiçbir yeri olmayan dükkânında tek başına, gece gündüz kıvılcımlar saçarak çalışan Koca Ali, tıpkı kafese konmuş terbiyeli bir arslanı andırıyordu. Uzun boylu, iri pençeli, kalın pazılı, geniş omuzlu bir pehlivandı. On yıldır bu karanlık in içinde ham demirden dövdüğü kılıç ve namluları tüm Anadolu'da, tüm Rumeli'de sınır boylarında büyük bir ün kazanmıştı. Hatta İstanbul'da bile yeniçeriler, satın alacakları kamaların, saldırmaların, yatağanların üstünde "Ali Usta'nın işi" damgasını arıyorlardı. O, çeliğe çifte su vermesini biliyordu. Uzun kılıçlar değil, yaptığı kısacık bıçaklar bile iki kat olur, kırılmazdı, "Çifte su vermek" sanatının, yalnız ona özgü bir sırrı vardı. Yanına çırak almaz, kimseyle çok konuşmaz, dükkânından dışarı çıkmaz, durmadan uğraşırdı. Bekârdı. Hısımı, akrabası yoktu. Kentin yabancısıydı. Kılıçtan, demirden, çelikten, ateşten başka söz bilmez, pazarlığa girişmez, müşterileri ne verirse alırdı. Yalnız savaş zamanları ocağını söndürür, dükkânının kapısını kilitler, kaybolur, savaştan sonra ortaya çıkardı. Kentte onunla ilgili birçok hikâye söylenirdi. Kimi "cellat elinden kaçmış bir çelebi", kimi "sevgilisi öldüğü için dünyadan elini eteğini vakitsiz çekmiş garip" derdi. Siyah şahane gözlerinin mağrur bakışından, soylu davranışlarından, gururlu suskunluğundan, düzgün sözlerinden onun öyle sıradan bir adam olmadığı belliydi... Ama kimdi? Nereliydi? Nereden gelmişti? Bunları bilen yoktu. Halk onu seviyordu. Kentte böyle tanınmış bir ustanın bulunması herkes için ayrı bir övünç kaynağıydı.
- Bizim Ali...
- Bizim koca usta...
- Dünyada eşi yoktur...
- Zülfikâr'ın sırrı ondadır!.. derlerdi.
Koca Ali en kalın, en katı demirleri mısır yaprağı gibi incelten, kâğıt gibi yumuşatan sanatını kimseden öğrenmemiş, kendi kendine bulmuştu. Daha on iki yaşındayken, sert bir beylerbeyi olan babasının başı vurulmuş, öksüz kalmıştı. Amcası çok zengindi. Gösterişe düşkün bir vezirdi. Onu yanına aldı. Okutmak istedi. Belki devlet katında yetiştirecek, büyük görevlere çıkaracaktı. Ama Ali'nin yaratılışında "başkasına gönül borcu olmak" gibi bir sızlanmaya yer yoktu. "Ben kimseye eyvallah etmeyeceğim," dedi. Bir gece amcasının konağından kaçtı. Başıboş bir adsız gibi dağlar, tepeler, dereler aştı. Adını bilmediği ülkelerde dolaştı. Sonunda Erzurum'da yaşlı bir demircinin yanına girdi. Otuz yaşına kadar Anadolu'da uğramadığı kent kalmadı. Kimseye boyun eğmedi. Gönül borcu olmadı. Ekmeğini taştan çıkardı. Alnının teriyle kazandı, içinde "kutsal ateş"ten bir alev bulunan her yaratıcı gibi, para için değil, sanatı, sanatının zevki için çalışıyordu. "Çeliğe çifte su vermek" onun aşkıydı. Gönüllü olarak savaşlara gittiği zamanlar yeniçerilerin, sipahilerin, sekbanların arasında, Ali Usta, işinin övgüsünü duydukça tadı dille anlatılmaz bir mutluluk duyardı. Ölünceye kadar böyle hiç durmadan çalışırsa daha birkaç bin gaziye kırılmaz kılıçlar, kalkanlar parçalayan çelik yatağanlar, zırhlar, keskin ağır saldırmalar yapacaktı. Bunu düşündükçe gülümser, tatlı tatlı yüreği çarpar, ruhundan kopan bir atılımla örsünün üzerinde milyonlarca kıvılcım tutuştururdu.
- Tak!
- Tak, tak!...
- Tak, tak!
İşte bugün de sabah namazından beri durmadan on saat uğraşmıştı. Dövdüğü eğri namluyu örsünün yanındaki su fıçısına daldırdı. Ocağının sönmeye başlayan ateşine baktı. Çekici bırakan eliyle terini sildi. Kapıya döndü. Karşıki mescitte dokunaklı dokunaklı akşam ezanı okunuyor, bacasının tepesindeki yuvada leylekler sonu gelmez bir takırdı koparıyorlardı. İkindi abdesti daha duruyordu. Yalnız ellerini yıkadı. Kuruladı. Yenlerini indirdi. Saltasını omzuna attı. Dışarıya çıktı. Kapısını iyice çekti. Kilitlemeye gerek görmezdi. Uzun alandan mescite doğru yürüdü... Kentin kenarındaki bu gösterişsiz tapınağa hep yoksular getirdi. Minaresi sokağa bakan küçük bir pencereydi. Müezzin buradan başını çıkarır, ezanını okurdu.
Koca Ali mescide girince her zamankinden fazla kalabalık gördü. Hep üç kandil yakılırken bu akşam ramazan gibi bütün kandiller yanmıştı. Daha namaz safları dizilmemişti. Kapının yanına çöktü. Yanında alçak sesle konuşanların sözlerine istemeye istemeye kulak kabarttı. Konya'dan iki garip dervişin geldiğini, yatsı namazına kadar Mesnevi okuyacaklarını duydu.
Akşam namazı kılınıp, bittikten sonra mescittekilerin bir bölümü çıktı.
Koca Ali yerinden kımıldamadı. Zaten biraz başı ağrıyordu. "Mesnevi dinler, açılırım!" dedi. Büyük bir gönül rahatlığı içinde, iki garip dervişin ruhu ürperten ezgileriyle kendinden geçti. Her âşık gibi onun yüreğinde de sonsuz bir kendinden geçiş, bir coşku, bir kaynaşma yeteneği vardı. En küçük bir nedenle coşardı. Anlamını çıkaramadığı bir dilin gizemli uyumu, durgun kanını sular altında saklı derin bir su çevrintisi gibi kaynattı. Her yanı nedensiz bir sarsıntıyla titriyor, sökülmez bir hıçkırık boğazına düğümlenir gibi oluyordu. Yatsı namazını kıldıktan sonra mescitten çıkınca, doğru dükkânına giremedi. Yürüdü. Uykusu yoktu. Ilık, yıldızlı bir yaz gecesiydi. Samanyolu, sarı altın tozundan göz alabildiğine bir bulut gibi göğün bir yanından öbür yanına uzanıyordu. Yürüdü, yürüdü. Kentten mandıralara giden yolun geçtiği tahta köprüde durdu. Kenara dayandı. Geniş derenin dibine yansıyan yıldızlar, ışıktan çakıltaşları gibi parlıyor, şırıldıyordu. Kenardaki karanlık top söğütlerde bülbüller ötüyordu. Daldı, gitti. Saatlerce kımıldamadı. Dinlediği ezgilerin ruhunda kalan uyumlarını işitiyor, tıpkı mescitteki gibi kendinden geçiyordu. Ansızın arkasından bir ses:
- Kimdir o?... diye bağırdı.
Daldığı tatlı düşten uyandı. Döndü. Köprünün öbür yanında iki üç karaltı ilerliyordu. Elinde olmadan karşılık verdi:
- Yabancı yok!
- Kimsin?
- Ali...
Gölgeler yaklaştı. Bir adım kalınca onu giyiminden tanıdılar:
- Koca Ali... Koca Ali, be!
- Sen misin, Ali Usta?
- Benim!
- Ne arıyorsun bu saatte buralarda?
- Hiç...
- Nasıl hiç? Suya çekicini mi düşürdün yoksa!...
Bunlar kent subaşısının adamları, bekçilerdi. Kol geziyorlardı. Ne diyeceğini şaşırdı. Geceleri afyon yutan bu serseriler, namuslular gözünde hırsızlardan, uğursuzlardan daha korkunçtu. Kendilerinden başka dışarıda bir gezeni yakaladılar mı, dayaktan canını çıkartırlardı. Ama, ona kötü davranmadılar. Bekçibaşı:
- Ali Usta, sen deli mi oldun? dedi.
- Yok.
- Böyle gece yarısına yakın değil, hatta yatsıdan sonra sokakta, hele böyle kentin kıyısında kimsenin dolaşmasına ağamızın izin vermediğini bilmiyor musun?
- Biliyorum.
- Ee, ne arıyorsun buralarda?
- Hiç...
- Nasıl hiç...
Koca Ali yine ses etmedi. Bekçiler onun namuslu bir adam olduğunu biliyorlardı. Hırpalamadılar. Yalnız:
- Haydi yerine git, dolaşma... dediler.
Geldiği yollardan hızlı hızlı dönen Koca Ali, ruhunda demin dinlediği uyumu tekrarlıyordu. Bülbüller keskin keskin ötüyor, uzaktan mandıraların köpekleri havlıyorlardı. Sokakta hiç kimseye rastgelmedi. Dükkânının önüne gelince durdu. Bacasının üstündeki leylek uyumamış, kefenli bir görüntü gibi ayakta duruyordu. Kapısı aralıktı. Çıkarken sıkı sıkıya kapadığını hatırladı:
- Tuhaf, rüzgâr açmış olacak!... dedi.
İşine yaramazdı ki, hırsız aşırmak sıkıntısına girsin...
İçeriden kapıyı sürmeledi. Bekçilerin karışması canını sıkmıştı. İşte kentte yaşamak da bir türlü tutsaklıktı. Öte yandan da dağ başında, köyde sanatı geçmezdi. Birden ağır bir yorgunluk duydu. Kandilini yakmaya üşendi. Ocağın soluna gelen alçak musandıraya el yordamıyla çıktı. Büyük bir ayı pöstekisinden oluşmuş yatakçığına uzandı.
Sıçrayarak uyandı. Kapısı vuruluyordu. Uyku sersemliğiyle:
- Kim o? diye haykırdı.
- Aç çabuk.
Sabah olmuştu. Kapının aralıklarında bembeyaz ışık çizgileri parlıyordu. O hiç böyle dalıp kalmaz, güneş doğmadan uyanırdı. Doğruldu. Musandıradan atladı. Ayakkabılarını bulmadan yürüdü. Hızla sürmeyi çekti. Birdenbire açılan kapının dükkânı dolduran aydınlığı içinde, palabıyıklı, yüksek kavuklu Bekçibaşı'yı gördü. Arkasında keçe külâhlı, çifte hançerli genç yamakları da duruyorlardı. "Ne var?" der gibi yüzlerine baktı. Bekçibaşı:
- Ali Usta, dükkânı arayacağız! dedi. Koca Ali şaşkınlıkla sordu:
- Niçin?...
- Bu gece Budak Bey'in mandırasında hırsızlık olmuş.
- Ee, bana ne?...
- Onun için işte dükkânı arayacağız.
- O hırsızlıktan bana ne?
- Hırsızlar çaldıkları bir kuzuyu köprünün altıda kesmişler. Meşin keselerin içindeki paraları alarak bir tanesini oraya bırakmışlar.
- Bana ne?...
- O keselerden bir tanesini de bu sabah senin dükkânın önünde bulduk... Sonra... Şu eşiğe bak. Kan lekeleri var!
Koca Ali, kamaşan gözleriyle kapısının temiz eşiğine bakh. Gerçekten el kadar bir kan lekesi sürülmüştü. O, bu kırmızı lekeye dalgın dalgın bakarken, palabıyıklı bekçi:
- Hem bu gece, geç saatte ben seni köprünün üstünde gördüm, orada ne arıyordun? dedi.
Koca Ali yine verecek bir karşılık bulamadı. Önüne baktı:
- Arayın... diyerek geri çekildi. Bekçiyle yamakları dükkâna
girdiler. Örsün yanından geçen yamaklardan biri haykırdı:
- Ay! İşte, işte...
Koca Ali elinde olmadan, bekçinin baktığı yana gözlerini çevirdi. Yeni yüzülmüş bir deri gördü. Şaşırdı. Yamaklar hemen deriyi yerden kaldırdılar. Açtılar. Daha ıslaktı. Bir ağalarının, bir de suçlunun yüzüne bakıyorlardı. Bekçibaşı köpürerek sordu:
- Çaldığın paraları nereye sakladın?
- Ben para çalmadım.
- İnkâr etme, işte kuzunun derisi dükkânında çıktı.
- Ya kim koydu?
- Bilmiyorum.
Koca Ali öyle uzun boylu konuşmazdı. Subaşının karşısına çıkartıldığı zaman da, gece geç saatte köprünün üstünde ne aradığını anlatamadı. Bekçilerin bulduğu bütün kanıtlar aleyhine çıkıyordu. Budak Bey'in yeni sattığı beş yüz koyunun parası da mandıradan çalınmıştı. İki güçlü hırsız, bekçi çobanı sımsıkı bağlamışlardı. Sonra canını çıkarıncaya kadar dövmüşler, hatta işkence için bir kolunu da kırmışlardı. Ertesi gün yargıcın önünde bu çoban, hırsızın birini Koca Ali'ye benzettiğini söyledi. Gece geç saate kadar dükkânına gelmemesi, derinin dükkânda, para keselerinden birinin kapısı önünde bulunması, Koca Ali'nin suçlanmasına yetti. Ne kadar inkâr etse hırsızlık suçunu silemiyordu. Üstelik nereden geldiği, nereli olduğu da belli değildi.
Sol kolunun kesilmesine karar verildi.
Koca Ali bu kararı duyunca, ömründe ilk kez sarardı. Dudaklarını ısırdı. Karara boyun eğmekten başka yolu yoktu... Sendeleyerek ayağa kalktı. Yargıca dik bir sesle:
- Kolumu bırakın, kafamı kesin! diye dilekte bulundu.
Bu, ömründe onun ilk dileğiydi. Ama yaşlı yargıç hak yemez biriydi.
- Hayır oğlum, dedi. Sen adam öldürmedin. Eğer çobanı öldürseydin, o zaman kafan giderdi. Ceza suça göredir. Sen yalnız hırsızlık ettin. Kolun kesilecek Hak böyle istiyor. Yasaların kestiği yer acımaz...
Koca Ali'nin kolu kafasından çok değerliydi. Çeliğe "çifte su"yu bu iki koluyla veriyor, bu iki eliyle sınırlarda dövüşen binlerce gaziye çelik kalkanları kıran, ağır zırhları yırtan, demir tolgaları ikiye biçen tüy gibi hafif kılıçlar yetiştiriyor, yok pahasına, pir aşkına çalışıyordu.
Onu, Ağa kapısında bekçilerin odası altına kapattılar. Cezanın uygulanacağı günü burada bekliyor, hiç sesini çıkarmıyor, çolak kalınca örsünün başında çekiç vuramayacağını düşünerek, tanrısı ölen inançlı bir kişinin yasını duyuyordu. Kolunun diyetini verecek on parası yoktu... Şimdiye kadar para için çalışmamıştı.
Bütün kent halkı, Koca Ali gibi büyük bir ustanın kolu kesileceğine acıdı. Bu kadar yakışıklı, mert, çalışkan, güçlü, güzel bir adamın ölünceye kadar sakat sürünmesine en duygusuz gönüller bile dayanamıyordu.
İşte herkes onu seviyordu.
Sipahiler onlara çok ucuza kılıç döven bu adamı kurtarmaya sözleştiler. Kentin en büyük zengini Hacı Mehmet'e başvurdular; bu adam Karun kadar mal sahibi olduğu halde son derece cimriydi. Hâlâ kentin pazar yerinde küçük bir dükkânda kasaplık yapıyordu. Düşündü, taşındı; nazlandı. Suratını ekşitti. Başını salladı: Ama sipahilerle iyi geçinmek gerekiyordu.
- Değil mi ki siz istiyorsunuz, dedi. Ben de onun kolu için diyet veririm. Ama bir koşulum var.
- Ne gibi? diye sordular.
- Varın kendisine söyleyin. Eğer ben ölünceye kadar bana, hiç para almadan hizmetçilik, çıraklık etmeye yanaşırsa...
- Pekâlâ, pekâlâ...
Sipahiler, Ağa kapısına koştular. Hacı Kasap'ın önerisini Koca Ali'ye söylediler. O, önce "kasaplık bilmediğini" ortaya sürdü. Kabul etmek istemiyordu. Sipahiler:
- Adam sen de! Kasaplık iş mi? O kadar savaş gördün. Kılıç salladın. Bağlı koyunu yere yatırıp kesemez misin? diye üstelediler. "Kula kul olmak", ölümlü dünyada "birisine gönül borcu duymak" acıların en büyüğüydü.
O daha çok gençken, vezir amcasının kayırmasını bile çekememiş, gönül borcu altında kalmamak için aile ocağından kaçmış, gurbet ellerine atılmıştı. Şimdi kör talihi, onu bak kime köle edecekti? Sipahiler:
- Hacı'nın yaşı yetmişi aşmış... Zaten daha ne kadar yaşar ki... O ölünce yine sen özgür kalır, bize kılıç yaparsın. Haydi, düşünme usta, düşünme! diyorlardı.
Hacı Kasap, kesilecek kolun diyetini yargıca saydığı gün Hoca Ali'yi arkasına taktı. Dükkânına getirdi. Bu adam pek titiz, pek huysuz, oldukça çekilmez biriydi. Hiç durmadan dırdır söylenirdi. Cimriliğinden şimdiye kadar bir hizmetçi, bir çırak tutamamıştı. Koca Ali'yi eline geçirince hemen dükkânının köşesinde bir set yerleştirdi. Üstüne bir şilte koydu. Geçti, oraya oturdu. Her şeyi ona yaptırmaya başladı. Ama her şeyi... Sabah namazından beş saat önce kentten iki saat ötedeki mandırasından o gün satılacak koyunları ona getirtiyor, ona kestiriyor, ona yüzdürüyor, ona parçalatıyor, ona sattırıyor... ta akşam namazına kadar durmadan buyruklar veriyordu. Zavallıya yedirdiği, içirdiği yalnız bulgur çorbasıydı. Bazen kendi artıklarını köpeğe verir gibi önüne atardı. Geceleri dükkânı baştan aşağı yıkatıyor, uykuya yatmadan ertesi sabah için koyun getirmek üzere mandırasına yolluyordu. Odununu bile ormandan ona kestiriyor, suyunu ona taşıtıyor, her işi, her işini ona gördürüyordu. Hatta evinin bahçesindeki lağım kuyusunu bile ona temizletti.
Koca Ali sade suya bulgur çorbasıyla bu kadar sıkıntıya yıllarca göğüs gerebilecekti. Ama Hacı Kasap'ın ikide bir:
- Ulan Ali!... Kolunun diyetini ben verdim. Yoksa çolak kalacaktın!... diye yaptığı iyiliği tekrarlamasına dayanamıyordu. Bir gün, iki, üç gün dişini sıktı. Durmadan çalıştı. Gece uyumadı. Gündüz koştu. Efendisinin karşısında elpençe divan durdu. Yine:
- Kolunun diyetini ben verdim.
- ...
- Şimdi çolak kalacaktın, ha...
- ...
- Benim sayemde kolun var.
- ...
Hacı Kasap bu sözleri âdeta "aferin" dercesine diline dolamıştı. Her buyruğunun yerine getirilmesinden sonra kır sakallı, çirkin, sıska yüzünü ekşiterek, mavi çukur gözleriyle onu tepeden tırnağa kadar süzer, "Aklında tut, benim tutsağımsın!" der gibi verdiği diyeti hatırlatırdı. Koca Ali susar, yüreğinin parçalandığını, göğsüne sıcak sıcak bir şeyler yayıldığını, kilitlenen çenelerinin çatırdadığını, şakaklarının attığını duyardı. Geceleri uyuyamıyor, gündüzleri uğraşırken, mandıraya gidip gelirken, salhanede koyunları yüzerken, müşterilere et keserken, "Ne yapacağım, ne yapacağım?" diye düşünüyor, hiçbir şeye karar veremiyordu. Dünyada kimseye eyvallah etmeyerek azla yetinip, gururun mutluluğu için yaşamak isterken başına gelen bu bela neydi?
Kaçmayı namusuna yediremiyordu. İşte o zaman gerçekten hırsızlık etmiş olacaktı. Ama bu herifin ikide bir de yaptığını başa kakmasına dayanmak ölümden pek güç, ölümden pek acı, ölümden pek ağırdı...
Hacı Kasap'a köle olduğunun tam haftasıydı. Günlerden cumaydı. Yine erkenden mandıraya gitmiş, koyunları getirmiş, salhanede yüzmüş, dükkândaki çengellere asmıştı. Tezgâhın solundaki büyük, yağlı siyah taşta satırları biliyor, yine "Ne yapacağım, ne: yapacağım?" diye düşünüyor, dudaklarını ısırıyordu. Daha efendisi gelmemişti. Satırları bitirince büyük bıçakları bilemeye başladı.
"Ne yapacağım, ne yapacağım?" diye düşünmeye öyle dalmıştı ki, kasabın geldiğini duymadı. Ansızın uğursuzun boğuk sesi yüreğini ağzına getirdi:
- Ne yapıyorsun be?...
Döndü. Efendi köşesine oturmuş, çubuğunu tüttürüyordu:
- Bıçakları biliyorum, dedi.
- Hay tembel miskin hay!... Sabahtan beri ne yaptın?
Ses çıkarmadı. Kapakları çürümüş bu küçük, bu hain, bu yılan gözlere kırpmadan baktı, baktı. İhtiyar beklemediği bu acı bakışa kızdı. Sordu:
- Ne bakıyorsun?
- ...
Koca Ali sesini çıkarmıyor, bir hafta içinde belki beş yıllık hizmetini durup dinlenmeden gördüğü halde onu yine "tembel, miskin" diye kötülemekten sıkılmayan bu kötü insanı ezici bir bakışla süzüyordu. Yine yüreği parçalanır gibi oluyor, göğsüne sıcak bir şeyler yayılıyor, çeneleri kilitleniyor, şakakları zonkluyordu. Bir anda bu titreme durdu. Koca Ali gözlerini açtı. Bir hafta buna nasıl dayanmıştı? Şaşırdı. Hacı Kasap çubuğu yanına bıraktı. Hizmetçisinin bu ağır bakışından kurtuluvermiş gibi dırlandı:
- Kolunun diyetini benim verdiğimi unutuyorsun galiba! dedi. Ben olmasaydım şimdi çolak kalacaktın...
Koca Ali yine karşılık vermedi. Acı acı gülümsedi. Kızardı. Sonra birden sarardı. Hızla döndü. Bilediği satırların en büyüğünü kaptı. Sıvalı kolunu, yüksek kıyma kütüğünün üstüne koydu. Kaldırdı, ağır satırı öyle bir indirdi ki... O anda kopan kolunu tuttu. Gördüğü şeyin ürperticiliğinden gözleri dışarı fırlayan Hacı Kasap'ın önüne:
- Al bakalım, şu diyetini verdiğin şeyi! diye hızla fırlattı. Sonra giysisinin kolsuz kalan yenini sıkı bir düğüm yaptı. Dükkândan çıktı.
Onun bir zamanlar geldiği yer gibi, şimdi gittiği yeri de, kentte kimse öğrenemedi.

23:52 Kaşağı

Kaşağı
AHIRIN avlusunda oynarken aşağıda, gümüş söğütler altında görünmeyen derenin hüzünlü şırıltısını işitirdik. Evimiz iç çitin büyük kestane ağaçları arkasında kaybolmuş gibiydi. Annem, İstanbul'a gittiği için benden bir yaş küçük olan kardeşim Hasan'la artık Dadaruh'un yanından hiç ayrılmıyorduk. Bu, babamın seyisi, yaşlı bir adamdı. Sabahleyin erkenden ahıra koşuyorduk. En sevdiğimiz şey atlardı. Dadaruh'la birlikte onları suya götürmek, çıplak sırtlarına binmek, ne doyulmaz bir zevkti. Hasan korkar, yalnız binemezdi. Dadaruh onu kendi önüne alırdı. Torbalara arpa koymak, yemliklere ot doldurmak, gübreleri kaldırmak eğlenceli bir oyundan daha çok hoşumuza gidiyordu. Hele tımar. Bu en zevkli şeydi. Dadaruh eline kaşağıyı alıp işe başladı mı, tıkı... tık... tıkı... tık... tıpkı bir saat gibi... yerimde duramaz,
- Ben de yapacağım! diye tuttururdum.
O vakit Dadaruh, beni Tosun'un sırtına koyar, elime kaşağıyı verir,
- Hadi yap! derdi.
Bu demir gereci hayvanın üstüne sürter, ama o uyumlu tıkırtıyı çıkaramazdım.
- Kuyruğunu sallıyor mu?
- Sallıyor.
- Hani bakayım?..
Eğilirdim, uzanırdım. Ama atın sağrısından kuyruğu görünmezdi.
Her sabah ahıra gelir gelmez,
- Dadaruh, tımarı ben yapacağım, derdim.
- Yapamazsın.
- Niçin?
- Daha küçüksün de ondan...
- Yapacağım.
- Büyü de öyle.
- Ne zaman?
- Boyun at kadar olduğunda....
At, ahır işlerinde yalnız tımarı beceremiyordum. Boyum atın karnına bile varmıyordu. Oysa en keyifli, en eğlenceli şey buydu. Sanki kaşağının düzenli tıkırtısı Tosun'un hoşuna gidiyor, kulaklarını kısıyor, kuyruğunu kocaman bir püskül gibi sallıyordu. Tam tımar biteceğine yakın huysuzlanır, o zaman Dadaruh, "Höyt.." diye sağrısına bir tokat indirir, sonra öteki atları tımara başlardı. Ben bir gün yalnız başıma kaldım. Hasan'la Dadaruh dere kenarına inmişlerdi. İçimde bir tımar etmek hırsı uyandı. Kaşağıyı aradım, bulamadım. Ahırın köşesinde Dadaruh'un penceresiz küçük bir odası vardı. Buraya girdim. Rafları aradım. Eyerlerin arasına falan baktım. Yok, yok! Yatağın altında, yeşil tahtadan bir sandık duruyordu. Onu açtım. Az daha sevincimden haykıracaktım. Annemin bir hafta önce İstanbul'dan gönderdiği armağanlar içinden çıkan fakfon kaşağı, pırıl pırıl parlıyordu. Hemen kaptım. Tosun'un yanına koştum. Karnına sürtmek istedim. Rahat durmuyordu.
- Sanırım acıtıyor? dedim.
Gümüş gibi parlayan bu güzel kaşağının dişlerine baktım. Çok keskin, çok sivriydi. Biraz köreltmek için duvarın taşlarına sürtmeye başladım. Dişleri bozulunca yeniden denedim. Gene atların hiçbiri durmuyordu. Kızdım. Öfkemi sanki kaşağıdan çıkarmak istedim. On adım ilerdeki çeşmeye koştum. Kaşağıyı yalağın taşına koydum. Yerden kaldırabildiğim en ağır bir taş bularak üstüne hızlı hızlı indirmeye başladım. İstanbul'dan gelen, üstelik Dadaruh'un kullanmaya kıyamadığı bu güzel kaşağıyı ezdim, parçaladım. Sonra yalağın içine attım.
Babam, her sabah dışarıya giderken bir kere ahıra uğrar, öteye beriye bakardı. Ben o gün gene ahırda yalnızdım. Hasan evde hizmetçimiz Pervin'le kalmıştı. Babam çeşmeye bakarken, yalağın içinde kırılmış kaşağıyı gördü; Dadaruh'a haykırdı:
- Gel buraya!
Soluğum kesilecekti, bilmem neden, çok korkmuştum. Dadaruh şaşırdı, kırılmış kaşağı ortaya çıkınca, babam bunu kimin yaptığını sordu. Dadaruh,
- Bilmiyorum, dedi.
Babamın gözleri bana döndü, daha bir şey sormadan,
- Hasan dedim.
- Hasan mı?
- Evet, dün Dadaruh uyurken odaya girdi. Sandıktan aldı. Sonra yalağın taşında ezdi.
- Niye Dadaruh'a haber vermedin?
- Uyuyordu.
- Çağır şunu bakayım.
Çitin kapısından geçtim. Gölgeli yoldan eve doğru koştum. Hasan'ı çağırdım. Zavallının bir şeyden haberi yoktu. Koşarak arkamdan geldi. Babam pek sertti. Bir bakışından ödümüz kopardı. Hasan'a dedi ki:
- Eğer yalan söylersen seni döverim!
- Söylemem.
- Pekâlâ, bu kaşağıyı niye kırdın?
Hasan, Dadaruh'un elinde duran alete şaşkın şaşkın baktı! Sonra sarı saçlı başını sarsarak,
- Ben kırmadım, dedi.
- Yalan söyleme, diyorum.
- Ben kırmadım.
- Doğru söyle, darılmayacağım. Yalan çok kötüdür, dedi. Hasan inkârda direndi. Babam öfkelendi. Üzerine yürüdü "Utanmaz yalancı" diye yüzüne bir tokat indirdi.
- Götür bunu eve; sakın bunu bir daha buraya sokma. Hep Pervin'le otursun! diye haykırdı.
Dadaruh, ağlayan kardeşimi kucağına aldı. Çitin kapısına doğru yürüdü. Artık ahırda hep yalnız oynuyordum. Hasan evde hapsedilmişti. Annem geldikten sonra da bağışlanmadı. Fırsat düştükçe, "O yalancı" derdi babam. Hasan yediği, tokat aklına geldikçe ağlamaya başlar, güç susardı. Zavallı anneciğim benim iftira atabileceğime hiç ihtimal vermiyordu. "Aptal Dadaruh, atlara ezdirmiş olmasın?" derdi.
Ertesi yıl annem, yazın gene İstanbul'a gitti. Biz yalnız kaldık. Hasan'a ahır hâlâ yasaktı. Geceleri yatakta atların ne yaptıklarını tayların büyüyüp büyümediğini bana sorardı. Bir gün birdenbire hastalandı. Kasabaya at gönderildi. Doktor geldi. "Kuşpalazı" dedi. Çiftlikteki köylü kadınlar eve üşüştüler. Birtakım tekir kuşlar getiriyorlar, kesip kardeşimin boynuna sarıyorlardı. Babam yatağın başucundan hiç ayrılmıyordu.
Dadaruh çok durgundu. Pervin hüngür hüngür ağlıyordu.
- Niye ağlıyorsun? diye sordum.
- Kardeşin hasta.
- İyi olacak.
- İyi olmayacak.
- Ya ne olacak?
- Kardeşin ölecek! dedi.
- Ölecek mi?
Ben de ağlamaya başladım. O hastalandığından beri Pervin'in yanında yatıyordum. O gece hiç uyuyamadım. Dalar dalmaz, Hasan'ın hayali gözümün önüne geliyor "İftiracı! İftiracı!" diye karşımda ağlıyordu.
Pervin'i uyandırdım.
- Ben Hasan'ın yanına gideceğim, dedim.
- Niçin?
- Babama bir şey söyleyeceğim.
- Ne söyleyeceksin?
- Kaşağıyı ben kırmıştım, onu söyleyeceğim.
- Hangi kaşağıyı?
- Geçen yılki. Hani babamın Hasan'a darıldığı...
Sözümü tamamlayamadım. Derin hıçkırıklar içinde boğuluyordum. Ağlaya ağlaya Pervin'e anlattım. Şimdi babama söylersem, Hasan da duyacak belki beni bağışlayacaktı.
- Yarın söylersin, dedi.
- Hayır,. şimdi gideceğim.
- Şimdi baban uyuyor, yarın sabah söylersin. Hasan da uyuyor. Onu öpersin, ağlarsın, seni bağışlar.
- Pekala!
- Haydi şimdi uyu!
Sabaha kadar gene gözlerimi kapayamadım. Hava henüz ağarırken Pervin'i uyandırdım. Kalktım. Ben içimdeki zehirden vicdan azabını boşaltmak için acele ediyordum. Yazık ki, zavallı suçsuz kardeşim, o gece ölmüştü. Sofada çiftlik imamıyla Dadaruh'u ağlarken gördük. Babamın dışarıya çıkmasını bekliyorlardı.

23:51 Kütük

Kütük
Alacakaranlık içinde sivri, siyah bir kayanın belli belirsiz hayali gibi yükselen Şalgo Burcu uyanıktı. Vakit vakit inlettiği trampete, boru seslerini akşamın hafif rüzgârı derin bir uğultu halinde her tarafa yayıyor... Kederli bağırışmalarıyla ölümü hatırlatan küfürbaz karga sürüleri, bulutlu havanın donuk hüznünü daha beter artırıyordu. Mor dağlar gittikçe koyulaşıyor, gittikçe kararıyordu. Yamaçlardaki dağınık gölgeler, kuşsuz ormanlar, hıçkıran dereler, kaçan yollar, ıssız korular, sanki korkunç bir fırtınanın gürlemesini bekliyorlardı.

Burcun tepesinde beyazlı siyahlı bir bayrak, can çekişen bir kartal ıstırabıyla, kıvranıyordu. İki bin kişilik muhasara ordusunun çadırları, kaleye giden geniş yolun sağındaki büyük dişbudak ağaçlarının etrafına kurulmuştu. Yerlere kazıklanmış kır atlar, yabancı kokular duyuyor gibi, sık sık başlarını kaldırarak kişniyorlar, tırnaklarıyla kazmaya çalıştıkları toprakların nemli çimenlerini otluyorlardı. Dallarda kırmızı çullar, sırmalı eğerler asılı duruyordu. Cemaatle kılınmış akşam namazından dağılan askerler, çadırların arasından gürültü ile geçiyorlardı. Kısa emirler, çağırılan isimler, bir kahkaha, bir söz... başlayacak suskunluğu bozuyor, atların yanında itişen birkaç gencin şen naraları duyuluyordu. Çifte direkli yeşil çadırın kapısı önüne serilmiş büyük bir kaplan postu üzerinde kehribar çubuğunu fosur fosur çeken koca bıyıklı, iri vücutlu, ateş nazarlı şair kumandan, gözlerini, alacağı kalenin sallanan bayrağına dikmişti. Karşısında diz çökmüş kâhyasının anlattıklarını dinliyordu. Ordugâha yarım saat evvel dörtnala gelen bu adam, yaşlı, şişman bir askerdi. İşte kaç hafta oluyor, kumandanının "Göndersdref Baronu Erasm Tofl'u beraber vurmak" teklifini içeren mektubunu tek başına, Hadım Ali Paşa'ya götürmüştü. Ama, paşa çok meşguldü. Zaman bulup cevap verememişti. Dregley Kalesini sarıyordu. Kuşatmanın başlangıcından sonuna kadar hazır bulunan kahya, şimdi orada gördüklerini söylüyordu; bu kale sarp, gayet dik bir kayanın üzerine yapılmıştı.

Arslan Bey sordu:

"Bizim kaleden daha yüksek mi?"

"Daha yüksek beyim."

Kumandanın, "Bizim kale" dediği, henüz çırpınan bayrağına hasretle baktığı Şalgo Burcu idi. Fakat o, burasını birkaç gün içinde zaptedeceğini iyice biliyordu. Daha birkaç hafta önce Boza Kulesi'nde hücumlarına karşı durmak isteyen Adrenaki, Mihal Terşi, Etiyen Soşay, nasıl kendisine kuleyi teslim etmişler; nasıl kahramanlığını, cesaretini alkışlayarak iyi davranışına teşekkürler ederek çekilip gitmişlerdi...

"Ben, bir kalenin karşısında çok duramam" dedi, "Hiç sabrım yoktur. Ama Ali Paşa çok sabırlı maşallah!"
Kâhya başını kaldırdı:

"O da sabırsız... Ama ne yapsın? Dregley, pek yalçın, pek sarp... Borsem Dağları içinde baş kale bu imiş diyorlar."

"Paşa, muhafızlara önce teslim teklif etmedi mi?"

"Etti. "

"Kabul etmediler mi?"

"Hayır, etmediler."

"Kalenin kumandanı kimdi?"

"Zondi isminde bir kahraman..."

"Ben onların kahramanlıklarını bilirim. Verdikleri sözü tutmazlar... Vire'yi bozarlar. Elçiye hakaret ederler."

"Hayır, Arslan Bey, Zondi bildiklerinizden değil. Çok mert bir adam. "

"Paşa, teslim teklifini kiminle gönderdi?"

"Papaz Marten Uruçgalo ile...'

"Ne ise... Türk elçi gönderseydi, mutlaka kafasını keserler, kale bedenlerinden aşağı fırlatırlardı."

"Paşa Türk elçisi gönderseydi, Zondi bunu yapmazdı."

"Ne biliyorsun?"

"Papaz Marten'e söylediği sözlerden anladım?

"Ne demiş?" .

"Demiş ki; git, paşaya söyle. Bana teslim teklif etmesin. Bir askere bundan büyük hakaret olamaz. O nasıl savaş adamı ise, ben de savaş adamıyım. Ya ölürüm, ya galip gelirim. Ama görüyorum ki, benim işim bitti. O durmasın, bütün kuvvetiyle hücum etsin. Ben mutlaka, yıkılacak kalenin taşları altında kalmak isterim."

"Sahi, namuslu bir askermiş..." Kâhya;

"Yalnız namuslu bir asker değil, Arslan Bey" dedi, "Hem de gayet yüce ruhlu bir mert."

"Nasıl?..."

"Bakın anlatayım. Papaz Marten, ordugâha ret haberini getirmek için dönerken, Zondi onu tutmuş. Eskiden esir aldığı iki Türk delikanlısını yanına getirmiş. Bunlara gayet kıymetli erguvani elbiseler giydirmiş. Ceplerini altınla doldurmuş. 'Al bunları paşaya götür. Benimle beraber ölmelerini istemiyorum. Çok yiğit gençlerdir. Terbiyelerine dikkat etsin. Devletine iki büyük asker yetiştirmiş olur' demiş."
"Sahi yüce bir adammış..."

"Sonra, elimize diri geçen esirlerden işittik: Kalenin avlusuna silahlarını, gümüş takımlarını, en kıymetli eşyalarını yığarak, yakmış. Ahırındaki savaş atlarını, ağlayarak, kendi eliyle öldürmüş. Son hücumda bizim asker, kalenin kapısını zorladı. Kırdı. Yeniçeriler, bir kurşunla yaralanan Zondi'yi diri diri yakalamaya çok çalıştılar. Ama mümkün olmadı. O, diz üstü sürünerek, her tarafı kılıçla, mızrakla delik deşik olup, ölünceye kadâr vuruştu."

"Demek paşa, bu mert düşmanla konuşamadı."

"Evet, konuşamadı. Vücudu ile kesik başını kalenin karşısına gömdürdü. Mezârının üstüne bir mızrak, bir bayrak dikilmesini emretti." '

"Aşkolsun! Ben olsam bir türbe yaptırırım vallahi..."

Arslan Bey, düşmanın cesurunu, kahramanını, yılmazını severdi. Onca, savaş bir mertlik sanatıydı. Düşman ordusundan kaçıp, kendisine iltica edenlere hiç aman vermez, 'Hain, her yerde haindir' diye hemen boynunu vurdururdu.

Ortalık bütün bütün kararıyor, gece oluyordu.
Kâhya, uzun uzadıya anlattığı Dregley Kalesi'nin hikâyesini hâlâ bitiremiyordu. Yatsı namazı için aptes suyu taşıyan angaryacılar, meşalelerle geçmeye başladılar. Arslan Bey, Şalgo'nun, ıslanmış, hasta, ateşböcekleri gibi sönük sönük parlayan ışıklarına bakıyor, kâhyanın sözlerini işitmeyerek, kendi planını düşünüyordu. O biliyordu; düşmanların hepsi Zondi gibi, Plas Batanyus gibi, Lozonci gibi kahraman değildi. İçlerinde tavşan kadar korkakları da vardı. Mesela Seçeni Kalesi'nin muhafızları, daha Ali Paşa yaklaşırken, toplarını, tüfeklerini, cephanelerini, erzaklarını, mallarını, hattâ ihtiyarlarını, çocuklarını bırakıp, bir kurşun atmadan kaçmışlardı. Birkaç güne kadar burası da alınınca Holloko, Boyak, Sağ, Keparmat kaleleri kalıyordu. Ama Allah kerimdi.

"Hepsinin alınması belki bir ay sürmez..." diye mırıldandı. Kâhya, kumandanın ne düşündüğünden haberi yoktu. Anlamadı. Sordu:

"Bu kalenin alınması mı beyim?"

"Hayır, canım... Bu, birkaç günlük iş! Hele hava biraz kapansın... Fulek'e kadar dört beş kale var... Onların hepsini diyorum."

"Bir ayda dört beş kale... Bu güç beyim."

"Niçin?"

"Daha bu kaleye bir tüfek atılmamış... Ben attan inerken yoldaşlar söylediler."

"Ben burasını, bir kurşun atmadan alacağım."

"Nasıl beyim?"

"Senin aklın ermez. Hava biraz kapansın, görürsün..."

"Hiç topa tutmadan hücum mu edeceğiz?"

"Hayır."

"Ya ne yapacağız?"

"Havanın kapanmasını bekle, dedim ya... Göreceksin..."

Arslan Bey, planlarını en yakın adamlarından bile saklardı. "Yerin kulağı var" derdi. Ağzından çıkan bir sır mutlaka işitilecekti. Kâhya gibi bu sessiz, bu manasız beklemeden bütün askerler sıkılıyorlar, bir şey anlatmıyorlardı. Kumandanın yardım, cephane, top beklediği söyleniyordu. İhtiyar sipahiler, "Biz burasını yardım gelmeden alamaz mıyız? İki top yetmez mi? Ne duruyoruz?" diye
çadırlarında dedikodu yapıyorlardı. Buraya gelindiği günden beri askeri istirahat ettiren Arslan Bey, her sabah erkenden atına biniyor, tek başına gerilerdeki ormanların içine dalıyor, saatlerce kalıyor, gülerek dönüyor.

"Hava bozmayacak mı? Ah, biraz sis olsa..." diye gözlerini gökten, kalenin sallanan bayrağından ayıramıyordu.

İşte kâhyanın getirdiği mektupta Ali Paşa da teklifini kabul ediyordu. Onunla birleşince ordusu yedi bin kişi kadar olacaktı. O vakit şüphesiz Tofeli, Pallaviçini'yi diri diri esir tutabilecekti.
Koyu karanlık içinden uzaktan uzağa Şalgo Burcu'ndaki nöbetçilerin attıkları acı naralar, acı köpek ulumaları işitiliyordu. Gökte hiç yıldız yoktu. Arslan Bey, hademesinin tuttuğu billur bardaktaki yakut suyu içti. Yeniden doldurulan çubuğunu çekiyor, kâhyasıyla öteden beriden konuşuyordu. Konuşurken düşündüğü hep kendi planıydı. Yine göğe dalmıştı. Birdenbire sordu:

"Hava kapanıyor gibi, değil mi?"

"Evet.. "

"Bakalım yarın..."

"Hücum mu edeceğiz beyim?"

"Hayır canım, hava bozsun, görürsün."

Kâhya, yine bir şey anlamadı...
Bir sabah...

Binlerce bacadan henüz tütmüş soğuk, nemli bir duman kadar koyu bir sis her tarafı kaplamıştı. Ordugâh, sancaklar, tuğlar, çadırlar, dişbudak ağaçları, atlar, hiç, hiçbir şey görünmüyordu. Evvela birbirlerini çağıranların sözleri duyuluyor, sonra iki hayal, ses yordamıyla bu beyaz karanlığın içinde buluşuyordu. Arslan Bey atını hazırlatmıştı. Yine yapayalnız, her günkü gittiği yere doğru kaybolacaktı.
O kadar neşeli idi ki...

Bütün subayları, çavuşları çağırttı. Hepsi hücum var sanıyordu. At divanı yapar gibi, bir ayağı yerde, bir ayağı üzengide.

"Ağalar" dedi. "Bugün kaleyi alacağız. Ben iki saate kadar geleceğim. Şimdi hepiniz hazır olun."
Nihayetleri görünmeyen beyaz, büyük sakalının çerçevelediği yüzü sis içinde asılı duruyor sanılan ihtiyar topçubaşı sordu:

"Siz gelmeden ben dövmeye başlayım mı, beyim?"

Arslan Bey güldü:

"Hayır... Senin iki topunun güllelerine ihtiyacımız yok. Yalnız bize çok gürültü yap."

"Nasıl gürültü beyim?"

"Toplarını boşuna yerinden kımıldatma. Topçularını kalenin bedenlerine doğru yaklaştır. Avazları çıktığı kadar, 'Heya, mola, yisa!..' diye bağırt!"
...
"Anlamıyor musun? Yalnız gürültü istiyorum."

"Pekâlâ beyim."

Sonra diğer subaylara döndü:

"Siz de bütün askerlerinizi savaş düzeniyle bunlara yaklaştırın. Mümkün olduğu kadar çok gürültü yaptırın 'Heya, mola...' çektirin. Angarya naraları attırın. İş türküleri söylettirin."

İhtiyar topçubaşı gibi subaylar da, çavuşlar da, bu emirden bir şey anlamadılar. Fakat onlar anlamadan yapmasını pek iyi bilirlerdi.

"Baş üstüne, baş üstüne..."

"Haydi, ama çabuk..."

Hepsi iki adım ayrılınca sisin içinde görünmez oldular. Arslan Bey tepinen atına binince yuları tutan kâhyasına;

"Sen de koş, yanına bir adam al, gerideki Değirmenli Çiftliği'nde biriktirdiğim elli mandayı hemen buraya sür. Burca giden yolun yanında hazır tut... Orada beni bekle. Haydi!"

"Başüstüne..."

"Ama çabuk..."

Hızla mahmuzlanan azgın at, şaha kalkarak sisin içine atıldı. Üzerindeki sırmalı kaftanın etekleri altın kanatlara benzeyen Arslan Bey'le bir masal kuşu gibi uçtu.
Biraz sonra...

Nereden geldiği belli olmayan derin bir gürültü sis içinde kaynıyor; ileri geri, yaklaşıyor, uzaklaşıyor, dalgalanıyordu. Kös, kalkan, boru sesleri at kişnemelerine karışıyor; alınan emirler, verilen kumandalar yüzlerce ağız tarafından ayrı ayrı tekrarlanıyordu. Bastıkları yerleri görmeyen askerler, savaş düzeninde bağrışarak, duyduklarını tekrarlayarak, dirsekleriyle, kalkanlarıyla birbirlerine dokunarak duman içinde ilerliyorlardı.

Sağ taraftan topçuların "heya, mola"ları işitiliyordu. Etrafını saran gürültüden hücumun başladığını kale de anladı. Boru, trampet, hurra sesleri aksetmeye, tek tük tabanca tüfek atılmaya başladı. Gözcüler kale bedenlerinin dibine kadar gidip geliyorlardı. Safların arasında topçubaşının büyük bir lağım açtığı söyleniyordu.

Askerler, subayların emriyle oldukları yerlerde bağdaş kurmuş bekliyorlar, gürültü ediyorlardı.
Nihayet, Arslan Bey, terden sırılsıklam olmuş atı ile duman içinde savaş sıralarının arasında, adım adım göründü. Her adımda;

"Yiğitlerim!... Sis açılmaya başladı mı hemen susun. Hep birden ayağa kalkın, hücum edecek gibi durun. Ama ileri gitmeyin. Ateş de açmayın. Ben düşmana teslim teklif edeceğim..." diyordu.
Topçuların, topçulara karışan angaryacıların "heya, mola" naraları gittikçe artıyor, büyüyor, tüyleri ürpertecek heyecanlı yankılarla görünmeyen dağları, taşları inletiyordu.

Öğleye doğru sis açılmaya başladı. Askerler, sallanan siyahlı beyazlı bayrağı ile Şalgo'yu bir hayal gibi gördüler. Sesler kesildi. Kuzeyden esen bir rüzgâr dumanları dağıtıyor; gerilere, ormanlara doğru sürüyordu.

Artık herkes birbirini görüyordu.
Kaleye pek yaklaşmıştı. Askerler, gözleriyle kumandanlarını aradılar. O burç kapısına giden yolun gediğinde atıyla dolaşıyordu. Gediğin önünde büyük bir manda sürüsü vardı. Burcun tepesinde, siperlerin arasında, kalkanlı, tüfekli adamlar geziniyordu.

Cesur Arslan Bey, kır atını ileriye sürdü. Kaleye yüz adım kadar yaklaştı. Arkasındaki kâhyasıyla, genç tercüman koştular... Gür sesiyle haykırdı:

"Hey bre Şalgo muhafızları!... Ben, padişahımın dedesine sizin kralınızın memleketlerinden büyük yerler zaptetmiş Bosna Valisi Yahya Paşa'nın torunlarındanım. Atam Hamza Bali Bey, daha on dört yaşında iken sizin ordularınızı perişan etmiş, Viyana kuşatmasında, Viyenberg önünde şan almıştır. Ben, hangi kaleye gittimse geri dönmemişim, daha geçen gün iki küçük topla Boza Kalesi'ni yerle bir ettim. Mihal Terşi, Etiyen Soşay, Andrenaki gibi kahramanlarınıza canlarını bağışladım. Vadiye çekildim. Gerip gitmeleri için yol vardım. Haydi gelin. Siz de teslim olun. Boş yere kanınızı döktürmeyin..."
Kale ile beraber bütün ordunun işittiği bu teklifi, tercüman, avazı çıktığı kadar bağırarak tekrarladı.
Derin bir sessizlik...

Arslan Bey'in atı duramıyor, şaha kalkıyor, sağa, sola tepiniyordu, kâhya, dizgininden tutmaya çalışıyordu.
Burcun tepesinden bir cevap verdiler. Tercüman tekrarladı:
"Ne gibi şartlarla, diyorlar beyim."

Arslan Bey, deminkinden daha sert bir sesle haykırdı:

"Şartım filan yok. Biz teslim olanın canına kıymayız. Teslim olmazsanız, beş dakika sonra kalenin içinde bir canlı adam kalmaz. Karşınızdaki yolun gediği üzerinde gördüğünüz nedir? Anlamıyor musunuz? Babalarınızdan işitmediniz mi? Elli manda ile buraya getirdiğim bu topun iki güllesiyle binlerce Şalgo kuvvetinde olan İstanbul kaleleri tuzla buz oldu. İşte İstanbul'u alan bu top... Bir kere ateş edeceğim. İkinci atıma gerek yok. Ne kaleniz kalacak, ne de kendiniz. Acıyorum size..."
Genç tercüman, bu sözleri, yine avazı çıktığı kadar tekrarlarken, bütün askerler, gözlerini yolun gediğine çevirdiler. Mandaların yanında, uzun, büyük, gayet büyük, gayet kalın, gayet siyah müthiş bir topun korkunç bir ejderha gibi uzandığını gördüler. Safların arasında sevinç sadaları yükseldi. Herkes Arslan Bey'in bir haftadır ne beklediğini şimdi anlıyordu. Demek bu top geliyormuş...
Biraz sonra...

Şalgo'nun tepesinde, şan, namus kefeni olan uğursuz beyaz bayrak dalgalanıyordu. Demir kapılar açılmıştı. Korkudan sapsarı kesilen tuğla kumandan, altın kılıçlı asilzadeler, zırhlı şövalyeler, Arslan Bey'in önünde dize gelmişlerdi. Silahları alınan düşman ikişer ikişer bağlanıyor, takım takım ordugâhın arkasına götürülüyordu. Kalenin içindeki kıymetli şeylerden bir dağ ortada kabarıyor; al yeşil bayraklarla kalenin tepesine dolan askerler bağırışıyorlar, aralarındaki dervişler, bedenlerden sarkarak ezan okuyorlar, tekbir çekiyorlardı.

Teslim olan kumandanla erkânına Arslan Bey;

"Korkmayınız. Hayatınız bağışlanmıştır. Biz Vire'yi bozmayız. Gelin, size elli manda ile buraya getirdiğim topu seyrettireyim..." dedi.

Tercüman bunu tekrarlayınca hepsi birbirlerine bakıştılar. Bu müthiş, bu korkunç aleti yakından görmeyi hem merak ediyorlar, hem çekiniyorlardı. Arslan Bey'in arkasına takıldılar. Büyük topa doğru yürüdüler. Yaklaşınca Arslan Bey;

"İşte" dedi, "Sizin böyle topunuz var mı?"

Düşman kumandanı tercümanla cevap verdi:

"Hayır."

"Niçin yapmıyorsunuz?"

"Bilmiyoruz."

Genç irisi bir şövalye tercümana bir şeyler sordu. Arslan Bey;

"Ne diyor?" dedi.

"Bey bu topu kaç günde İstanbul'dan buraya getirmiştir, diyor."

"Sen de ki: İstanbul'dan getirmemiş. Burada bir hafta içinde kendisi yapmış."

Tercüman bu sözleri söyleyince esirler afallaştılar. Arslan Bey, daha ziyade yaklaşıp elleriyle yoklamalarına, daha yakından görmelerine müsaade ettiğini söyledi. Mağrur kumandan, kahraman asilzadeler, cesur şövalyeler, büyük topun etrafında toplandılar. Bir elini hançerinin elmas sapına dayayan Arslan Bey, öteki eliyle, gülümseyerek pala bıyıklarını büküyor, arkasındaki kâhya, başını kaşıyarak gülmekten katılıyor, tercüman aptallaşıyordu. Yirmi adım uzakta duran mızraklı nöbetçiler de gülüşüyorlardı. Esirler topa elini sürdüler. Deliğini aradılar. Bulamayınca sarardılar. Sonra kızardılar. Birbirlerine bakıştılar. Öyle kaldılar. Kolların, çaprazlayarak yere bakan kale kumandanı titreyerek mırıldandı. Arslan Bey, tercümana baktı;

"Ne diyor?"

"Bu mertlik değil... diyor."

"Ona sor ki: Henüz bir kere patlamayan bir toptan korkarak, hemen teslim oluvermek mi mertliktir?"

Tercüman sordu.
Kale kumandanı, gözlerini yerden kaldırıp cevap veremedi. Asilzadeler, şövalyeler, birbirlerinin yüzlerine bakmaya cesaret edemediler, ani bir ölüm darbesiyle vurulmuş gibi oldukları yerde donup kaldılar.
Bir güllesiyle kaleyi yıkacak olan bu korkunç top, siyaha boyanmış kocaman bir kütükten başka bir şey değildi!...

23:50 Başını Vermeyen Şehit

Başını Vermeyen Şehit
Yarın arifeydi. Öbür günkü bayram için hazırlananbeyaz kurbanlar, küçük Grigal palankasının etrafındaotluyorlardı. Karşıda... Yarım mil ötede Toygun Paşa'nınson kuşatmasındân çılgın kışın hiddeti sayesinde kurtu-lan Zigetvar Kalesi, sönmüş bir yanardağ gibi, simsiyahduruyordu. Hava bozuktu. Ufku, küflü demir renginde,ağır bulut yığınları eziyor, sürü sürü geçen kargalar tamhisarın üstünden uçarken sanki gizli bir kara haber gö-türüyorlarmış gibi, acı acı bağırıyorlardı. Palanka kapı-sının sağındaki beden siperinde sahipsiz bir gölge kadarsakin duran Kuru Kadı yavaşça kımıldadı; ikindiden be-ri rutubetli rüzgârın altında düşünüyor, uzakta, belirsizsisler içinde süzülen kurşuni kulelere bakıyordu. Bunla-nn hepsi Türklerin elindeydi. Yalnız şu Zigetvar... yıkıl-maz bir ölüm seddi halinde "Kızılelma" yolunu kapatı-yordu. Sanki bu uğursuz kargalar hep onun mazgalla-rından taşıyor, anlaşılmaz bir lisanın çirkin küfürlerinebenzeyen sesleriyle her tarafı gürültüye boğuyorlardı.Kuru Kadı içini çekti. Sonra "Ah..." dedi. İncecik, sinirliboynunun üstünde bir taş topuz gibi duran çıkık alınIı irikafasını salladı. Yeşil sarığını arkaya itti. Islak gözlerinioğuşturdu. Şimdiye kadar, asker olmadığı halde, hermuharebeye girmişti. Birkaç bin yeniçeriyle dört beş to-pu olsa... bir gece içinde şu kaleyi alıvermek işten biledeğildi. Şimdi vakıa müstakildi. Ne isterse yapabilirdi.Palankanın kumandanı Ahmet Bey öteki boy beyleriyleberaber Toygun Paşa ordusuna katılıp Kapuşvar fethinegitmiş... Kapuşvardan sonra Zigetvarı saran ordu kışınaman vermez zoruyla, zaptı yarı bırakarak Budin'e dö-nünce, o da askerleriyle tekrar palankasına gelmemiş,Toygun Paşa'nın yanında kalmıştı. Bugün Grigal'den al-tı mil uzaktaydı. Palankaya yalnız Kuru Kadı karışıyor-du; esmer, zayıf yüzünü buruşturdu: "Palanka... ammatopu tüfeği kaç kişi?" dedi. Bütün genç savaşçıları AhmetBey beraberinde götürmüştü.. Hisardakiler zayıflardan,bekçilerden, hastalardan, ihtiyar sipahilerden ibaretti.Hepsi yüz on üç kişiydi! Düşman, galiba öteki palanka-lardan çekiniyordu: Yoksa burasını bırakmaz, mutlakaalmağa kalkardı. Biraz eğildi. İnce yosunlu, soğuk sipe-re dirseklerini dayadı. Aşağıya baktı. İki üç asker beyazkoyunların arasında dolaşıyordu. Bir tanesi karşısınageçtiği iri bir koçu, başına dokunarak kızdırıyordu, tosvuruyordu. Öbürleri, elleri silahlarında, bu oyunu seyre-diyorlardı. Bağırdı:- Oynamayın şu hayvanla...Askerler, başlarını tepelerden gelen sese doğru kal-dırdılar. Kuru Kadı'dan hepsi çekinirlerdi. Gayet sert,gayet titiz, gayet sinirli bir adamdı. Adeta deli gibi birşeydi. Sabahtan akşama kadar namaz kılar, zikreder,geceleri hiç uyumazdı. Daha yatıp uyuduğunu kaledegören yoktu. Vali Ahmet Bey ona "bizim yarasa" derdi.Zavallının sabahı bekleme denilen hastalığını kerame-tine de yoranlar vardı. Tekrar bağırdı: .- Haydi, artık akşam oluyor, içeri alın onları.Askerler koyunları toplamağa başladılar. Kuru Ka-dı'nın dirsekleri acıdı. Doğruldu. Tekrar Zigetvar'a bak-tı. Üst tarafındaki göl, kirli bakır bir levha gibi yerikaplıyordu. Kargalar, havaya boşaltılmış bir çuval can-lı kömür ellemeleri gibi karmakarışık geçiyorlar, sükû-tu parçalayan keskin, sivri sesleriyle gaklıyorlardı.Kalbinde ağır bir elem duydu. "Hayırdır inşallah" dedi.Canı o kadar sıkılıyordu ki... Elleri arkasında, başıönüne eğik, bastığı siyah kaplama taşlarına görmez birdikkatle bakarak yavaş yavaş yürüdü. Derin bir karan-lık kuyusunu andıran merdivenin dar basamaklarındakayboldu.... Arife sabahı, herkes uyurken, o, her vakitki gibiyine uyanıktı! Mescit odasının önündeki taş yalakta, ikibüklüm, abdestini tazeliyordu. Giden gece, daha gölge-den eteklerini toplayamamıştı. Bahçeye çıkan kapı ke-merinde asılı kandil, sönük ışığıyla, duvarları titreti-yordu.- Hey, çavuşbaşı... Hey!...Elindeki ibriği bıraktı. Kulak kabarttı. Bu, kulede-ki nöbetçinin sesiydi. Kolları sıvalı, ayakları çıplak, ba-şında takke, hemen yukarı koştu. Merdivende çavuşarastgeldi. Onu itti. Yürüdü. Nöbetçinin yanına atıldı:- Ne var?- Kaleden düşman çıkıyor.Erguvani bir esmerlik içinde siyah bir kaya gibi du-ran Zigetvara baktı. Bu kayadan yine koyu, uzun birkarartı süzülüyor, palankaya doğru akıyordu.- Bize geliyorlar... dedi:Çavuşa döndü:- Haydi, gazileri uyandır. Kurban bayramını bu-günden yapacağız. Koş. Bana da çabuk topçuyu gönder.Çavuş, bir eliyle bakır tolgasını tutarak, koştu.Merdivene daldı. Kuru Kadı, uzakta, kara yerin üstün-de daha kara bir leke gibi yavaş yavaş ilerleyen düş-man alayına dikkatle baktı. Gözlerini küçülttü, büyült-tü. Önlerinde birkaç top da sürüklüyorlardı. Bindenfazla idiler. Halbuki hisardaki gaziler? Kendisiyle bera-ber yüz on dört kişi... "Ama, yine haklarından geliriz!"dedi. Uyanan, yukarı koşuyordu. Hisar kapısının iyicebağlanmasını emretti. Sarığını, cübbesini, kılıcını, tüfe-ğini getirtti. İhtiyar topçu gelince, ona da, hemen "ha-ber topları"nı atmasını söyledi. Bu bir adetti. Taarruzauğrayan bir palanka hemen "İşaret topu" atarak etra-fındaki kuleleri imdadına çağırırdı.Biraz sonra düşman hisarın önünde, harp düzeninegirmiş bulunuyordu. Zaplar başsız, gür ejderha yavru-ları gibi siyah ağızlarını bedenlere çevirmişti. Türkçebağırdılar:- Size teklifimiz var. Elçimizi içeri alır mısınız?Kuru Kadı:- Alırız. Gönderin, gelsin! cevabını verdi.Bedenler, kalkanlı, tüfekli, oklu gazilerle dolmuştu.Palankanın ruhu, neşesi, keyfi olan iki arkadaş, bu es-nada tuhaf tuhaf laflar söyleyip yine herkesi güldürü-yordu. Bunların ikisine de "deli" derlerdi: Deli Mehmet,Deli Hüsrev... Serhatın muharebelerinde, hayale sığ-mayacak yararlılıklarıyla masal kahramanlan gibi ina-nılmaz bir şöhret kazanan bu iki deli, hiçbir nizamahiçbir kayda, hiçbir disipline girmeyen, dünya şerefin-de gözleri olmayan Anadolu dervişlerindendi. Her za-ferden sonra kumandanlar onlara rütbe, hil'at, muras-sa kılıç gibi şeyler vermeye kalkınca gülerler: "İsteme-yiz, fani vücuda kefen gerektir. Hil'at nadanları sevin-dirir..." derler, hak uğrundaki gayretlerine ücret, mü-kafat, övgü kabul etmezlerdi. Harp onların bayramıydı.Tüfekler, oklar, atılmağa; toplar gürlemeğe; kılıçlar,kalkanlar şakırdamağa başladı mı, hemen coşarlar,kendilerinden geçerler; naralar savunarak düşman saf-larına saldırırlar... alevi gözlerle takip edilemeyen bi-rer canlı yıldırım olup tutuşurlardı.Kuru Kadı, onların herkesi güldüren münakaşala-rını, saçma sapan sözlerini gülümseyerek dinlerken, el-çiyi yanına getirdi, iki deli de sustu. Herkes kulak ke-sildi. Bu elçi Türkçe biliyordu. Küstahça tekliflerinisöyledi.Palankayı saran Zigetvar kumandanı Kıraçin'di.Yanında iki bine yakın savaşçısı vardı. Grijgal'in "Vireile verilmesini istiyordu. Ateşe, nura, haça, İncil"e, Ze-bur'a yemin ediyor; çıkıp giderlerken muhafızlara hiç-bir ziyanı dokunmayacağına dair söz veriyordu.Kuru Kadı:- Pekâlâ!... Haydi git. Biz aramızda anlaşalım, ka-rarımızı size öğleden sonra bildiririz! diye elçiyi aşağıgönderip kapıdan attırdı. Sonra etrafındakilere döndü.Şöyle bir göz gezdirdi. Sırtının hafıf kamburu içeri çe-kildi:- İşittiniz ya, gaziler! dedi, Kıraçin haini bizim yüzon kişiden ibaret olduğumuzu anlamış... üzerimize ikibin kişi ile geldi. Teklif ettiği "Vire"yi kabul etmek iste-yenler vârsa ellerini kaldırsın!Kimsenin eli kalkmadı.- Öyleyse hazır olalım. Haydi...Bir gürültüdür koptu;- Hazırız...- Hepimiz, hepimiz...- Hepimiz, hepimiz hazırız.- Kılıçlarımız, kalkanlarımız yağlı.-(~klanmı~ havlı_- Yatağanlanmız keskin...- Bugün nusret bizim.- Amin, amin...Kuru Kadı, "Ey alemlerin rabbi" diye ellerini kaldır-dı. Bir duaya başlayacaktı. Deli Mehmet yalın kılıç kar-şısına dikildi. Palabıyık, gök gözlü, geniş beyaz çehresi,yeni doğmuş bir ay gibi parlıyordu:- Duayı bırak, efendi dedi, gaza duadan faziletli-dir. Gel... Lütfet. Bize şu kapıyı aç. Kalbindeki korkuyuat. İşte hepimiz hazırız. Şu ayağımıza gelen gaza fırsa-tını kaçırmayalım.Kuru Kadı'nın elleri aşağı düştü. Deli Hüsrev de ar-kadaşının yanına sokulmuştu. Bütün gaziler bu iki de-linin arkasına üşüştü. Sanki hepsi bir anda deli oldu-lar... bir ağızdan.- Aç bize kapıyı, aç... diye bağırmaya başladılar.Kuru Kadı'nın iri patlak gözleri yaşardı. Yüzü sap-sarı oldu. Uzun siyah sakalı kımıldadı. İki deliyi biletitreten, bütün gazilerin saçlarını ürperten ilahi birağıt ahengi kadar etkili sesiyle haykırdı.- Meydan erleri! Ey mertler! Padişahımız Süley-man Gazi aşkına şu sözümü dinleyin. Benim muradımsizi gazadan engellemek değildir. Bugün can, baş fedaolsun... Özellikle yarın kurban bayramı... Fakat bakı-nız maksadım ne? Bugün cuma... hem de arife. Bugünhacılarımız Arafat'ta, diğer mü'minler camilerde bizimgibi gazilerin zaferi için dua etmekteler... Bunda şüp-hesi olan var mı?- Hayır.- Hayır, asla...- Hayır.- O halde münasip olan budur ki, biz de namazla-rımızı eda edelim. Gözlerimizin yaşını dökelim. Duaedelim. Birbirimizle helallaşalım. Sonra gazaya girişe-lim. Kalanlarımız gazi, ölenlerimiz şehit olsun! Dünya-da iyi nam ile anılalım. Ahirette peygamberimizin âle-mi dibinde toplanalım... Ne dersiniz?- Hay hay!- Uygun...- Pekâlâ!Gazilerin hepsi buna razı oldu. Öğleye kadar durdu-lar. Abdest aldılar, namaz kıldılar, tekbir çektiler, helal-laştılar. Kıraçin'in askeri, sardıkları palankadan yükse-len derin uğultuyu hep teklif ettikleri "Vire" münakaşa-sının gürültüsü sanıyorlardı.Ansızın, uzaktaki Türk kulelerinden atılan "işarettopları" işitildi. Bu, "Biz, dörtnala geliyoruz" demekti.Kuru Kadı eliyle hisarın kapısını açtı. Grijal gazileri"Allah, Allah" naralarıyla müthiş bir taşkın deniz gibifışkırdılar. İki koldan hücum olunuyordu. Kollardan bi-risine Deli Hüsrev, birisine Deli Mehmet baş olmuştu.Ovada, Grijgal'e gelen yollardan bir toz dumanıdırkalkıyordu. Nice bin atlı imdada koşuyor sanılırdı. Düş-man, bu hali görünce şaşırdı. İki ateş arasında kaldığı-nı anladı. Halbuki toz duman içinde yaklaşan ancakbeş on gaziydi.... Bozgun başladı.Deli Mehmet'le Deli Hüsrevin takımları düşmanıkaçırmamak için iyice sarıyordu. Kara Kadı cübbesiniatmış. Elindeki kılıç, cesaretlendirdiği gazileri arkasın-dan yürüyordu. Deli Hüsrev, bir sarhoş gibi Kıraçin'inalayına dalmış kesiyor, kesiyor... inanılmaz bir çabuk-lukla kaçanlara yetişiyor, ikiye biçiyordu.Kuru Kadı'nın gözleri Deli Mehmet'i aradı.Bakındı, bakındı.Göremedi.Acaba o muydu? Yüreği ağzına geldi. Düşman safı-na karışıp kaynaşan kolun arkasında iri bir vücut yereuzanmıştı... Elli altmış adım kadar kendisinden uzak-tı... Siyah, yüksek atlı bir şövalye, uzun bir kargıyı buuzanmış vücuda saplıyordu. Durmadı. İlerledi. Koşar-ken ayağı bir taşa takıldı. Yuvarlanıyordu. Kılıcı ile fır-ladı. Hemen toplandı. Kalktı. Düşen kılıcını aldı. Doğ-ruldu. Koşacağı tarafa baktı. Şövalye atından inmiş,kargıladığı şehidin başını teninden ayırmıştı. Bu anda,bu kestiği baş elinde, yine siyah bir şeytan gibi şahla-nan atma sıçradı. Kaçacaktı... Kuru Kadı, bütün kuv-vetiyle ona yetişmek için koşarken, baktı ki sol ilerisin-de Deli Hüsrev kalkanını sallayarak, avazı çıktığı ka-dar bağınyor,- Mehmet, Mehmet!... Canını verdin!... Bâşınıverme Mehmet!...Bu nara o kadar müthiş, o kadar tesirli, o kadar ya-nıktı ki... Kuru Kadı: "Vah Deli Mehmet'miş!" diye ol-duğu yerde dikildi kaldı. Durur durmaz, o an, kırk adımkadar yaklaştığı kesik başlı şehidin yerden fırladığınıgördü. Nefesi tutuldu. Şaşırdı. Bu başsız vücut uçar gi-bi koşuyordu. Kendi kellesini götüren zırhlı şövalyeyeyetişti. Eliyle öyle bir vuruş vurdu ki... Lanetli hemenyüksek atından tepesi üstü yuvarlandı. Götürmek iste-diği baş elinden yere düştü. Deli Mehmet'in başsız vü-cudu canlıymış gibi eğildi. Yerden kendi kesik başını al-dı. Hemen oracığa yorgun bir kahraman gibi, uzanıver-di. Bunu Kuru Kadı'dan başka kimse görmemişti. Her-kes kaçan düşmanı kovalıyordu. Yalnız Deli Hüsrev,- Yüzün ak olsun, ey yiğit! diye bağırdı. Sonra Ku-ru Kadı'ya doğru koşarak sordu.- Nasıl, gördün mü bu civanı?- Görmedin mi?Kuru kadı sesini çıkaramadı. Gördüğü harika onudondurmuştu. Olduğu yerde öyle dimdik kaldı. Sankiölmüştü. Deli Hüsrev, onu hızla sarstı.- Ne durursun be can! Ne olsun, haydi gazaya.Düşman kaçıyor... Deli Hüsrev'in kalkması Kuru Ka-dı'yı baştan can verdi, "Allah Allah" diyerek ileri atıldı.Mücahitlere karıştı.Cenk akşama kadar sürdü.Er meydanının kanlı yüzüne "gece siyah saçlarını"dağıtırken çağırıcının- Gaziler hisara!Sesi duyuldu. Dönen gaziler içinde kılıcından kan-lar damlayan Kuru Kadı, birkaç sipahi ile dışarda kal-dı. Yaralıları taşıttı. Şehit olanları saydırdı. Bunlar tamondokuz kahramandı.:. Düşman altmış dört ceset bı-rakmış, diğer ölülerinin hepsini kaçırmıştı. Kuru Kadısabahtan beri yemek yememiş, su içmemiş, durup din-lenmemişti... Toplattığı şehitleri hisarın önündeki mey-dana yığdırdı. Şehit Deli Mehmet'in cesedini kendi bul-du. Kesik başı koltuğunda, uyur gibi, sakin yatıyordu.Olduğu yerde gömdürdü. Sonra yanındakileri. savdı. Butaze mezarın başına çöktü. Ezberden "Yasin" okumağabaşladı. Dışarılarda kimse yoktu, yalnız uzakta palan-ka kapısındaki nöbetçi dolaşıyordu. Kuru Kadı okur-ken, önündeki mezarın birden yeşil yeşil nurlarla tu-tuştuğunu gördü. Sesi kısıldı. Dudaklarını oynatamadı.Çeneleri kitlendi. Bu yeşil nurun içinde Deli Mehmet'inkanlı boynuna sarılmış beyaz kanatlı bir melaike, hemonu nurdan elleriyle okşuyor, hem açık alnını öpüyor-du. Bu sıcak, bu yeşil nur büyüdü, taştı, bütün âlem bunurun içinde kaldı. Kuru Kadı'nın gözleri kamaştı. Ru-hu yandı. Kendinden geçti.Onu, daha ilk defa böyle derin bir uykuya dalmışgören yoldaşları zorla kaldırdılar. Koltuklarına girdiler:- Haydi, kapı kapanacak dediler, içeri gir.Kuru Kadı'nın dili tutulmuştu. Cevap veremedi.Sarhoş gibi sallana sallana hisara girdi. Hâlâ titriyor-du. Palankanın içinde Deli Hüsrev'in menzilinden ge-çerken durdu. Kulak verdi; ağlıyor mu, inliyor mu di-ye... Hayır, Deli şıkır şıkır atını kaşağılıyor, keyifli birtürkü söylüyordu. Seslendi:- Hüsrev.- Efendim?...Kapı açıldı. Kaşağı elinde, kolları, paçaları sıvalı,başı kabak Deli Hüsrev... daha Kuru Kadı bir şey sor-madan,- Gördün mü Deli Mehmet'in zevkini? dedi.- Siz de benim gibi buradan gördünüz mü?- "Gözlüye hotti gizli yoktur!"Küttedek kapıyı, kapadı. Yine türküsüne başladı....Kuru Kadı palankada sabahı dar etti. Güneş doğ-madan, Deli Mehmet'in mezarına koştu. Artık bütüngünlerini bu mezarın başında geçiriyordu. Bu mezarındaimi ziyaretçisi oldu. Büyük bir taş yontturdu. Yazdır-dı. Başına diktirdi. Beş vakit namazlarını bile cemaati-ne bu kabrin başında kıldırmak isterdi. Artık ne hacetdilese, ona nail oluyordu.Grijgal'de, komşu palankalarda Kuru Kadı için "De-li oldu" diyorlardı. Her an "sonsuzluk" badesini içmişezeli. bir sarhoş gibi nihayetsiz bir kendinden geçme,sonsuz sınırsız bir şevk, sükûn bulmaz bir heyecan için-de yaşıyordu. Fakat nasıl "deniz çanağa sığmaz"sa,onun büyük sırrı da ruhuna sığmadı. Taştı. Huruç gü-nü gördüğü harikayı herkese anlatmağa başladı. Hattadaha ileri gitti, çok iyi okuduğu "Mevlid-i Şerif" lisanıy-la o gün gördüğünü yazdı. Yüzlerce beyitlik bir destandüzdü.Ama o eski şevki kayboluverdi. Ruhuna koyu birkaranlık doldu. Kalbine acı bir ağırlık çöktü. Artık De-li Mehmet'in yeşil nurdan mezan içinde sürdüğü ilahizevki göremez oldu. Bu mahrumiyet onu delirtti. Ye-mekten içmekten kesildi. Bir gün, yine perişan kırlardadolaşırken Deli Hüsreve rastgeldi. Meğer o da gezini-yormuş. Elindeki yayıyla yavaşça Kuru Kadı'nın arka-sına dokundu.- Ahmak, dedi, niye gördüğünü halka söyledin?Adam gördüğünü kaale geçirirse kazandığı hali kaybe-der. Eğer sussaydın, gördüğün keramete ölünceye ka-dar şahit olacaktın...Kuru Kadı yere diz çöktü, ağlamaya başladı:- Çok perişanım diye inledi, lütfet. Gel, beni gafletuykusundan uyandır. Benim o görnüş olduğum durumne hikmettir? İçinde benimle senden başka onu görenoldu mu?- Bir gören daha var. O "can" herkese görünmez.- Kimdir?- Bilemezsin...- Başkaları görmedi de, biz ikimiz niçin gördük?- a şehitlik müjdesidir!" İkimiz de mutlaka şehitdüşeceğiz!...Kuru Kadı, gittikçe öyle serseri, öyle perişan, öyleberbat oldu ki... kendisini o kadar seven Vali AhmetBey bile Budin'den gelince, onun hallerine dayanamadı.Nihayet "bu deli bir kişidir. Palankada hizmetinden is-tifade olunamaz" diye geriye göndermeye mecbur oldu.Aradan epey zaman geçti. Serhadde değil, hatta Grijgalhisarında bile herkes Kuru Kadı'yı unuttu. Yalnız yaz-dığı destan okunuyor, hiç unutulmuyordu.On iki sene sonra...Zigetvarın zaptı akabinde yaralılar toplanırken, meş-hur kahraman Deli Hüsrevin bir gülleyle parçalan-mış cesedi yanında, uzun boylu, ak saçlı, ak sakallı,yeşil cübbeli bir şehit buldular. Kıbleye yüzükoyunuzanmış yatan bu şehidin büyük, yeşil sarığı, henüz bo-zulmamıştı. Üzerinde hiçbir silah yoktu. Yarası nere-sinden olduğu belli değildi. Günlerce süren kuşatma es-nasında hiç kimse böyle bir adam görmemişti. İncedeninceye araştırma yapıldı. Kim olduğu bir türlü anlaşıla-madı.O vakit birçok gazilerin "gayb ordusundan imdadagelmiş bir veli" sandıkları bu şehit, acaba, Grijgal hisa-rının o eski deli kadısı mıydı?..........

23:48 Bir Kayışın Tesiri

Bir Kayışın Tesiri
Bir zabit arkadaşımla oturuyorduk. Yanımızdaki masada iri, palabıyıklı, kocaman kalpaklı bir babayiğit, çetin bir Çerkes şivesiyle karsısında sıralanmış irili ufaklı kalpaklılara birşeyler anlatıyordu. Daha Kafkasya'dan yeni gelmiş sanılacaktı.
- Demek yollar açıldı, dedim.
Arkadaşım,
- Hangi yollar? diye yüzüme baktı.
- Hangi yollar olacak, Karadeniz yolu.
- Nereden bildin?
- Baksana su hemşeriye... İşte mutlaka yeni gelmiş olacak.
- Hangi hemşeriye?
Sağımızdaki, yanağından kan damlayan iri Çerkesi gösterdim. Arkadaşım bir kahkaha attı. Azıcık daha katılacaktı.
- Çerkes taklidi yapar!
- Güldürmek için mi?
- Hayır.
- Ya niçin?
- Kendini Çerkes zannettirmek için.
...
Tekrar koca kalpaklı babayiğide baktım. Hiç Türkçe bilmez bir Çerkes fesahatiyle başını ağır ağır sallayarak elindeki gümüş savatlı kamçıyı çizmelerinin uzun konçlarına vurarak, takır tukur konuşuyordu. Sandalyeye ata biner gibi binmişti.
- Şaka etme, dedim, bu halis muhlis Çerkes...
- Arkadaşım yemin etti:
- Vallahi değil...
- Ne biliyorsun?
- Nasıl bilmem, benim sınıf arkadaşım.
- Ne gülüyorsun?, dedim.
- Ayol o Çerkes değildir! dedi.
- Ey, lisanına ne diyeceksin?
- Zabit mi?
- Evet, fakat cuma günleri böyle Çerkes gibi giyinir.
Merak ettim:
- Çerkes değil diyorsun, Gürcü mü?
- Hayır.
- Çeçen mi?
- Hayır.
- Lezgi mi?
- Hayır.
- Ya ne?
- Türkoglu Türk!
- Nereli?
- İstanbullu... Anası Germiyanzadelerden. Babası... Mirliva olduğu halde daha dilini düzeltememiş bir Kastamonulu idi...
O halde bu Türk, niçin herkese kendini Çerkes zannettirmek istiyor? diye sordum. Arkadaşım tekrar bir kahkaha attı.
- Bak sana anlatayım niçin, dedi. Bu sahte Çerkesin adi Mahmut Beydir. İdadi ikinci sınıfa kadar hiçbir milliyet iddiası yoktu. O sene ramazan tatilinde bir arkadaşı kendisine Karamürsel'den gayet zarif bir Çerkes kayışı getirdi. Bu kayışı hepimiz gördük. Hakikaten nefisti. Gümüş savatlı tokaları ağır, kayışı siyaha yakın koyu lacivertti. Gümüşten üç büyük sarkıntısı vardı. Mahmut bey bu kayışı beline takti. O günden itibaren Türklerle konuşmamağa, hep Çerkeslerle düşüp kalkmağa başladı. Ertesi sene hiç tanıdığı olmadığı halde tezkere getirerek Karamürsel'e sılaya gitti. Harbiyeye geçtiğimiz zaman Mahmut Bey, Türk şivesini kaybetti. Büyük fedakârlıklar yaparak piyadeden süvariliğe becayiş etti. Zabit çıktığımız zaman Türkçe’yi unutmuştu. Ama, Çerkesceyi de öğrenemedi. Öğrendiği mükemmel bir Çerkes şivesiydi. Adini alay için "Çerkes Mahmut" takmıştık. O buna kızmaz, hatta iftihar ederdi. Zabitken meşhur bir Çerkes paşaya intisap etti. Onunla İstanbul'a sürüldü. Kafkasya'ya kaçtı. Milleti ile hiç münasebeti olmayan yerleri öz vataniymiş gibi gezdi, dolaştı. Bir Çerkes kızıyla evlendi. Hürriyetten sonra İstanbul'a geldi. Artık isi gücü Çerkeşlik için çalışmak oldu. Her yerde su işittiğin garip şive ile "Adige" propagandası yapmağa başladı. Kastamonulu pasa babasından kalan serveti Çerkes Tarihi'ni yazacak muharrire adadı.
Kafkasya'dan yeni gelmiş sandığım sahte Çerkes Türke tekrar baktım.
- Acaba akrabaları içinde Çerkes filan yok mu?
Arkadaşım,
- Yok be yahu! diye elini tas masaya vurdu, halis muhlis Türk diyorum! Hâlâ bir kelime Çerkesce bilmez. Sınıf arkadaşımın Karamürsel'den getirdiği Çerkes kayısında sanki bir tılsım vardı. O andan itibaren Çerkeslik sevdasına düştü.
Arkadaşım yarim saat kadar Çerkes Mahmut beyin gülünç menkıbelerini anlattı. Hali tavrı son derece babayiğitvari olan bu kahraman, meğer ömründe hiçbir muharebeye girmemiş. Son derece korkakmış. Daima tanıdıklarının iltimasıyla seferberlik zamanını geri hizmetlerde geçirmiş.
Biz konuşurken Çerkes Mahmut bey gülerek, yanındakilere Çerkesce sakalar ederek kalktı. Büfenin önünde durdu. Para veriyordu. Çantasını pantolonunun cebinden çıkarırken gördüm. Belindeki yirmi sene evvel Karamürsel'den hediye gelen kayışın savatlı gümüş sarkıntıları pırıl pırıl parlıyordu. Türklerin hariçten kendi içlerine gönüllü bir tek "Millettas" celbedecek böyle ehemmiyetsiz kayışçıkları bile olmadığını düşündüm.

23:47 Pembe İncili Kaftan

Pembe İncili Kaftan
Büyük kubbeli serin divan, bugün daha sakin, daha gölgeliydi. Pencerelerinden süzülen mavi, mor, sincap rengi bahar aydınlığı, çinilerinin yeşil derinliklerinde birikiyor, koyulaşıyordu. Yüksek ipek şiltelere diz çökmüş yorgun vezirler, önlerindeki halının renkli nakışlarına bakıyorlar, uzun beyaz sakalını zayıf eliyle tutan yaşlı sadrazamın sönük gözleri, çok uzak, çok karanlık şeyler düşünüyor gibi, var olmayan noktalara dalıyordu.
- Yürekli bir adam gerekli, paşalar... dedi. Biz onun sırmalara, altınlara, elmaslara boğarak gönderdiği elçisine padişahımızın elini öptürmedik, ancak dizini öpmesine izin verdik. Kuşkusuz o da karşılıkta bulunmaya kalkacak.
- Kuşkusuz.
- Hiç kuşkusuz.
- Mutlaka.
Kubbealtı vezirlerinin tamamıyla kendi görüşünü paylaştıklarını anlayan sadrazam düşündüğünü daha açık söyledi:
- O halde bizden elçi gidecek adamın çok yürekli olması gerek! Öyle bir adam ki, ölümden korkmasın. Devletinin şanına dokunacak hareketlere karşı koysun. Ölüm korkusuyla, uğrayacağı hakaretlere boyun eğmesin...
- Evet!
- Hay hay.
- Çok doğru... Sadrazam sakalından çektiği elini dizine dayadı. Doğruldu. Başını kaldırdı. Parlak tuğları ürperen vezirlere ayrı ayrı baktı:
- Haydi öyleyse... Yürekli bir adam bulun!.. dedi... Hoca takımından, Enderundan, divandan benim aklıma böyle gözüpek bir adam gelmiyor. Siz düşünün bakalım...
- ...
- ...
- ...
Sofu, barışsever, sessiz padişahın koca devletine, sessiz küçük bir beyin olan divan düşünmeye başladı.
Bu elçi, yedi yıl sonra takdirin "Yavuz!" namındaki yaman sillesiyle her gururunun, her cinayetinin cezasını bir anda gören İsmail Safavi'ye gönderilecekti. Şehzadeliğini ata binmekten, cirit oynamaktan, silah kullanmaktan çok, kitapla geçiren bilge Bayezid'in yaradılışı son derece uysaldı. Yalnız şiiri, bilgeliği, tasavvufu sever; savaştan, mücadeleden nefret ederdi. Vezirler, sevgili padişahlarının rahatını bozmamayı en büyük görevleri sanırlardı... Bununla birlikte sınırlarda yine kavganın önü alınamıyordu. Bosna, Eflak, Karaman, Belgrat, Transilvanya, Hırvatistan, Venedik seferleri birbirini izliyor; Modon, Koron, Zonkiyo, Santamavro ele geçiriliyordu. Sanki İstanbul fatihinin kararlılığıyla dehası -tahta geçer geçmez, babasının heykelini, "Gölgesi yere düşüyor" diye kırdırıp savaşa girmeye kalkan- halefinin zamanında da sönmüyor; sönmez bir alev, bir ruh gibi yaşıyordu. Rahat istendikçe dert çıkıyordu. Hele Doğu... Kan içinde, ateş, kıyım içinde kıvranıyordu. Yıkılan, sönen Akkoyunlu hanedanının yıkıntıları üstünde Şah İsmail serserisi saltanat kurmuştu. Geçtiği yerlerde dikili ağaç bırakmayan, babasıyla büyükbabası Cüneyd'in öcünü aldığı için delice bir gurura kapılan bu kudurmuş şah, akla gelmedik canavarlıklarla sağına soluna saldırıyordu. Kendine sığınanları bile, çağırdığı şölende, yemekmiş gibi kaynattırdığı büyük kazanlara atıp söğüş yapan, yendiği Özbek padişahının kafatasıyla şarap içen bir acımasız şah, dünyada gerçekten eşi görülmemiş bir kıyıcıydı. Bayezit divanının çelebi, sessiz, temiz huylu, dinine bağlı vezirleri onun işkencelerini hatırlamaya dayanamazlardı. Bu kıyıcı, bir gün mutlaka bizim sınırımıza da saldıracak, Doğu illerini ele geçirmeye kalkacaktı. Bunu herkes biliyordu. Geçen yıl Zülkadriye egemeni Alaüddevle'den nikahla kızını istemişti. Alaüddevle kızını vermedi, İsmail uğradığı bu aşağılamaya öfkelendi; öç için padişahın toprağından geçti. Savunmasız Zülkadriye topraklarına girdi. Diyarbekir, Harput kalelerini aldı. Sarp bir dağa kaçan Alaüddevle'nin oğlu ile iki torunu eline tutsak düştü. Şah İsmail, bu zavallıları ateşte kızartıp kebap ettirdi. Etlerini kuzu gibi yedi. Böyle korkunç bir şey Doğu'da yeni duyuluyordu. Savaş istemeyen padişah, Ankara'ya, Yahya Paşa kumandasında bir ordu göndermekten başka bir şey yapmadı. Bu şah, kıyıcı olduğu kadar da kurnazdı... Osmanlı toprağına geçtiği için özür diliyor, birbiri arkasına elçiler gönderiyordu. O zamanlar Trabzon Valisi olan Şehzade Yavuz, babası gibi dayanamamış, Tebriz sınırını geçmiş, Bayburt'a, Erzincan'a kadar her yeri yağmalamış, hatta şahın kardeşi İbrahim'i tutsak etmişti. İsmail'in elçisi şimdi bu saldırıdan da yakınıyor, Osmanlı toprağına son akınlarının padişahın devletine karşı değil, sırf Alaüddevle'ye karşı olduğunu tekrarlıyordu. İşte divanda bu kurnaz, bu kıyıcı, acımasız türediye gönderilecek uygun bir elçi bulunamıyordu; çünkü kendini Osmanlı Hakanı'yla bir tutan, hatta bütün Doğu'da egemenlik kuran bu serseri, karşısında devleti temsil edecek adama kuşkusuz birçok densizlik yapacak; densizliklerine karşılıkta bulunanı ola ki kazığa vuracak, derisini yüzecek, akla gelmedik korkunç bir işkenceyle öldürecekti. Sadrazamın sağındaki, deminden beri bir mezar taşı gibi kımıltısız duran kırmızı tuğlu kavuk, yerinden oynadı. Yavaş yavaş sola döndü:
- Ben, tam bu elçiliğe uygun bir adam biliyorum, dedi, babası benim yoldaşımdı. Ama devlet memurluğunu kabul etmez.
- Kim?
- Muhsin Çelebi.
Sadrazam bu adamı tanımıyordu. Sordu:
- Burada mı oturuyor?
- Evet.
- Ne iş yapıyor?
- Biraz zengindir. Vaktini okumakla geçirir. Tanımazsınız efendim. Hiç büyüklerle ahbaplık etmez. Büyük mevkiler istemez.
- Niye?
- Bilmem ama, belki "düşüşü var" diye.
- Tuhaf...
- Ama çok yüreklidir. Doğrudan ayrılmaz. Ölümden çekinmez. Birçok kez savaşmıştır. Yüzünde kılıç yaraları vardır.
- Bize elçi olmaz mı?
- Bilmem.
- Bir kere kendisini görsek...
- Bilmem, çağırınca ayağınıza gelir mi?
- Nasıl gelmez?
- Gelmez işte... Dünyaya minneti yoktur. Şahla dilenci, gözünde birdir.
- Devletini sevmez mi?
- Sever sanırım.
- O halde biz de kendimiz için değil, devletine hizmet için çağırırız.
- Deneyiniz efendim....
Sadrazam, o akşam kahyasını Muhsin Çelebinin Üsküdar'daki evine gönderdi. Devlet, ulus hakkında bir iş için kendisiyle konuşacağını, yarın mutlaka gelmesi gerektiğini yazmıştı.
Sabah namazından sonra sarayının selamlığında, Hint kumaşından ağır perdeli küçük loş bir odada kâtibinin bıraktığı kâğıtları okurken, sadrazama, Muhsin Çelebinin geldiğini bildirdiler.
- Getirin buraya.... dedi.
İki dakika geçmeden odanın sedef kakmalı, ceviz kapısından palabıyıklı, iri, levent, şen bir adam girdi. İnce siyah kaşlarının altında iri gözleri parlıyordu. Belindeki silahlık boştu. Bütün kullarının etek öpmesine, secdesine alışan sadrazam, bir an eteğine kapanılmasını bekledi. Oturduğu mor çuha kaplı sedirin hep öpülen ağır sırma saçağındaki yumağı, altından, içi boş küçük bir kafa gibi şaşkın duruyordu. Sadrazam söyleyecek bir şey bulamadı. Böyle göğsü ileride, kabarık, başı yukarı kalkık bir adamı ömründe ilk defa görüyordu. Kubbe vezirleri bile huzurunda iki büklüm dururlardı. Muhsin Çelebi çok doğal bir sesle sordu:
- Beni istemişsiniz, ne söyleyeceksiniz efendim?
- Şey...
- Buyurunuz efendim.
- Buyur oğlum, şöyle otur da...
Muhsin çelebi, çekinmeden, sıkılmadan, ezilip büzülmeden çok rahat bir hareketle kendine gösterilen şilteye oturdu. Sadrazam hâlâ ellerinde tuttuğu kıvrık kağıtlara bakarak içinden, "Ne biçim adam? Acaba deli mi?" diyordu. Ama hayır... Bu çelebi, çok akıllı bir insandı! Yiğide, alçağa gerek duymayacak kadar bir serveti vardı. Çamlıca ormanının arkasındaki büyük mandırayla büyük çiftliğini işletir, namusuyla yaşar, kimseye eyvallah demezdi. Yoksula, zayıflara, gariplere bakar, sofrasından konuk eksik olmazdı. Dinine bağlıydı. Ama tutucu değildi. Din, ulus, padişah aşkını ta yüreğinde duyanlardandı. Devletin büyüklüğünü, kutsallığını anlardı. Tek ülküsü, "Tanrı'dan başka kimseye secde etmemek, kula kul olmamak"tı... Bilgisi, olgunluğu, herkesçe biliniyordu. İbni Kemal ondan söz ederken, "Beni okutur!" derdi. Şairdi. Ama ömründe daha bir tek kaside yazmamıştı. Hatta böyle övgüleri okumazdı bile... Yaşı kırkı geçiyordu. Önünde açılan yükselme yollarından daha hiçbirine sapmamıştı. Bu altın kaldırımlı, mine çiçekli, cenneti andıran nurlu yolların sonunda, hep "kirli bir etek mihrabı" bulunduğunu bilirdi. İnsanlık onun gözünde çok yüksek, çok büyüktü. İnsan yeryüzünün üzerinde, Tanrı'nın bir çeşit temsilcisiydi. Tanrı insana kendi ahlakını vermek istemişti. İnsan, her varlığın üstündeydi. Kuyruğunu sallaya sallaya efendisinin pabuçlarını yalayan köpeğe yaltaklanma pek yakışırdı ama, insan... Muhsin Çelebi her türlü aşağılanmayı sindirerek yüksek mevki tepelerine iki büklüm tırmanan maskara, tutkulu insanlardan, kendine saygı duymayan kölelerden, güçsüzler gibi yerlerde sürünen pis kölelerden tiksinirdi. Hatta bunları görmemek için insanlardan kaçar olmuştu. Yalnız savaş zamanları Guraba Bölüklerine kumandanlık için ortaya çıkardı. Huzurda serbest, içinden geldiği gibi oturuşu sadrazamı çok şaşırttı. Ama kızdırmadı:
- Tebriz'e bir elçi göndermek istiyoruz. Tarafımızdan sen gider misin oğlum?
- Ben mi?
- Evet
- Ne ilgisi var?
- Aradığımız gibi bir adam bulamıyoruz da...
- Ben şimdiye kadar devlet memurluğuna girmedim.
- Niçin girmedin?
Muhsin Çelebi biraz durdu. Yutkundu, Gülümsedi.
- Çünkü ben boyun eğmem, el etek öpmem, dedi. Oysa zamanın devletlileri mevkilerine hep boyun eğip, el etek, hatta ayak öpüp, bin türlü yaltaklanmayla, ikiyüzlülükle, dalkavuklukla çıktıklarından, çevrelerine hep bu aşağılayıcı geçmişlerin çirkin hareketlerini tekrarlayanları toplarlar. Gözdeleri, nedimeleri, korudukları, hep alçak ikiyüzlüler, ahlâksız dalkavuklar, namussuz maskaralardır. Yiğit, doğru, kendisine saygılı, özgür vicdanının sesine kulak veren bir adam gördüler mi, hemen kin bağlarlar, yıkmaya çalışırlar. Gedik Ahmet Paşa niçin hançerlendi, Paşam?
Sadrazam yavaşça dişlerini sıktı. Gözlerini süzdü. Tuttuğu kâğıdı buruşturdu. Öfkelenmiyordu. Ama öfkelendiği zamanlarda olduğu gibi, yanaklarına bir titreme geldi. Vezirken değil, hatta daha beylerbeyiyken bile karşısında akranlarından kimse ona böyle açıkça söz söyleyememişti. Yine "Acaba deli mi?" diye düşündü. Deli değilse... bu ne küstahlıktı? Bu derece küstahlık, dünya düzenine karşı çıkmak değil miydi? Gözlerini daha beter süzdü. İçinden: "Şunun başını vurdursam..." dedi. Kapıcılara bağırmak için ağzını açacaktı. Ansızın vicdanının -neresi olduğu bilinmeyen bir yerinden gelen- derin sesini işitti: "İşte sen de yaltaklanma, ikiyüzlülük, dalkavukluk yollarından yükselenler gibi, dürüstçe bir sözü çekemiyorsun! Sen de karşında yiğit bir insan değil, ayaklarını yalayan bir köpek, hor görülmenin altında iki kat olmuş bir maskara, bir rezil istiyorsun!" Süzük gözlerini açtı. Avucunda sıktığı kâğıdı yanına koydu. Yine Muhsin Çelebi'ye baktı. Ortasında geniş bir kılıç yarasının izi parlayan yüksek alnı... al yanakları... yeni tıraşlı beyaz, kalın boynu... biraz büyücek, eğri burnu... ince sarığı... tıpkı Şehname sayfalarında görülen eski kahramanların resimlerine benziyordu. Evet, bu alnında yarası görülen kılıcın yere düşüremediği canlı bir kahramandı. İnsaflı sadrazam, vicdanının ruhunda yankılanan sesini, gururunun karanlığıyla boğmadı. "Tam bizim aradığımız adam işte..." dedi. Bu kadar korkusuz bir adam, devletine, ulusuna yapılacak hakareti de çekemez, ölümden korkarak, göreceği hakaretlere eyvallah diyemezdi. Kavuğu hafifçe salladı:
- Seni Tebriz'e elçi göndereceğiz. Muhsin Çelebi sordu:
- Katınızda bu kadar nişancılar, kâtipler, hocalar var. Niçin onlardan birini seçmiyorsunuz?
- Sen Şah İsmail denen kötü ruhlu adamın kim olduğunu biliyor musun?
- Biliyorum.
- Devletini seviyor musun?
- Seviyorum.
Yüce sadrazam doğruldu. Arkasına dayandı:
- Pekala öyleyse... dedi, bu kötü ruhlu adam "elçiye z******* yok" kuralını kabul etmez. Bizimle boy ölçüşme davasındadır. Er meydanında bize yapamadıklarını, bizim göndereceğimiz elçiye yapmak ister. Ola ki işkenceyle idam eder. Çünkü Tanrı'dan korkusu yoktur. Oysa elçimize yapılacak hakaret devletimize demektir. Bize öyle bir adam gerekli ki, hakaret görünce başından korkmasın... Bu hakareti aynen o kötü ruhlu adama iade etsin... Devletini seversen, sen bu fedakârlığı kabul edeceksin!
Muhsin Çelebi hiç düşünmedi:
- Ettim efendim, ama bir koşulum var... dedi.
- Ne gibi.
- Madem ki bu bir fedakârlıktır, ücretle olmaz. Karşılıksız olur. Devlete karşı ücretle yapılacak bir fedakârlık, ne olursa olsun, gerçekte kişisel bir kazançtan başka bir şey değildir. Ben maaş, makam, ücret filan istemem... Karşılık beklemeden bu hizmeti görürüm. Koşulum budur!
- Ama oğlum, bu nasıl olur? Onun elçisi çok ağır giyinmişti. Atları, hizmetkârları kusursuzdu. Bizim elçimizin atları, hizmetkârları, giysileri daha gösterişli, daha ağır olmalı... Bunlar için mutlaka hazineden sana birkaç bin altın vereceğiz. .
Muhsin Çelebi döndü. Önüne baktı. Sonra başını kaldırdı:
- Hayır, dedi, hazineden bir pul almam. Gerekli göz alıcı muhteşem takımlı atları, süslü hizmetkârları ben kendi paramla düzeceğim. Hatta...
Sadrazam gözlerini açtı.
- ... Hatta sırtıma Şah İsmail'in ömründe görmediği ağır bir şey giyeceğim.
- Ne giyeceksin?
- Sırmakeş Toroğlu'ndaki, kumaşı Hint'ten, harcı Venedik'ten gelme, "Pembe İncili Kaftan"ı alacağım.
- Ne... O kadar parayı nereden bulacaksın, oğlum? Sadrazamın şaşmaya hakkı vardı. Bir ay önce tamamlanan, üzeri ender bulunur pembe incelerle işlemeli bu kaftanın ününü İstanbul'da duymayan yoktu. Vezirler, elçiler, padişaha armağan etmek için Toroğlu'na başvurdukça, o fiyatını artırıyordu. Muhsin Çelebi bu ünlü kaftanı nasıl alacağını anlattı:
- Çiftliğimle mandıramı ve evimi rehine vereceğim. Tüccarlardan on bin altın borç toplayacağım, iki bin altını atlarla hizmetkârlara harcayacağım. Geriye kalan sekiz bin altınla da bu kaftanı alacağım.
Sadrazam bu davranışı uygun bulmadı:
- Geldikten sonra bu kaftan senin işine yaramaz. Yalnız bir gösteriş aracıdır. Mallarını elinden çıkaracaksın. Yoksul düşeceksin.
- Hayır, sekiz bin altına alacağım kaftanı altı ay sonra Toroğlu benden yedi bin altına geri alır. Yedi bin altınla ben çiftliğimi rehinden kurtarırım. Geri kalan borçlarımı ödeyemezsem, varsın babamın yadigâr bıraktığı mandıram devlete feda olsun... Devletten hep alınmaz ya... Biraz da verilir!
Muhsin Çelebi'yle konuştukça sadrazamın şaşkınlığı artıyordu. Yüreği rahatladı. İşte küstah, türedi bir hükümdara haddini bildirmek için gönderilecek uygun bir adam bulunmuştu. Gülüyor, ağır ağır kavuğunu sallıyordu. Divanın nazik, korkak, hesapçı çelebileri canlarıyla mallarını çok severlerdi. Bunlardan biri elçi gönderilse, devletinin onurundan çok alacağı bağışı düşünerek, kendisine yapılan her hakareti kabul edecekti. Sadrazam, Muhsin Çelebi'yi yemeğe alıkoymak istedi. Başaramadı, giderek onu ta sofaya kadar uğurladı.
... Altı ay içinde Muhsin Çelebi büyük çiftliğini, mandırasını, evini, dükkânlarını, bahçesini, bostanını rehine koydu. Tüccarlardan para topladı. Atlarını düzdü. Bunların hepsi gerçekten eşi görülmedik derecede göz alıcıydı. Dönüşte yedi bin altına iade etmek koşuluyla Toroğlu'ndan ünlü Pembe İncili Kaftanı da aldı. Genç karısıyla iki küçük çocuğunu akrabasından birinin evine bıraktı. Altı aylık nafakalarını ellerine verdi. Sonra padişahın mektubunu koynuna koyarak yola düzüldü. Konak konak ilerledikçe bu yeni elçinin gösterişi, zenginliği, hele incili kaftanının ünü bütün Anadolu'dan geçerek Şah İsmail'in ülkesine ulaşıyordu. Muhsin Çelebi bir gün Tebriz Kalesi'ne büyük bir gösterişle girdi. Bu küçük başkentin, süse, zenginliğe, renge, süs eşyasına tutkun halkı, İstanbul elçisinin kaftanını görünce şaşırdı. Kent, saray, bütün encümenler kaftanın hikâyesiyle doldu. Şah İsmail, "Pembe İnci"yi yalnız masallarda işitmiş, daha nasıl şey olduğunu görmemişti. Kendisinin daha görmediği şeye sahip olan bu zengin elçiye karşı içinden derin bir kin duydu. Onu hakareti altında ezmeye karar verdi. Huzuruna kabul etmezden önce tahtının arkasına cellatları hazırlattı. Tahtının önündeki ipekli kumaştan şilteleri, ipek seccadeleri kaldırttı. Sağında vezirleri, solunda savaşçıları duruyorlardı.
Muhsin Çelebi, geniş somaki kemerli açık kapıdan rahat adımlarla girdi. Yürüdü. Başı her zamanki gibi yukarda, göğsü her zamanki gibi ilerideydi. Koynundan çıkardığı padişah mektubunu öptü. Başına koydu. Sonra altın tahtın üstüne -allı, yeşilli, mavili, morlu ipek yığınlarına sarılmış, sarmalarla, tuğlarla, sancaklarla çevrelenmiş- garip bir yırtıcı kuş sessizliğiyle tünemiş şaha uzattı. Ayağı öpülmeyen şah kızgınlığından sapsarı kesildi. Gözlerinin beyazları kayboldu. Mektubu aldı. Muhsin Çelebi, tahtın önünden çekilince şöyle bir çevresine baktı. Oturacak bir şey yoktu. Gülümsedi. İçinden, "Beni zorla ayakta, saygı duruşunda tutmak istiyorlar galiba..." dedi. Bir an düşündü. Bu harekete nasıl karşılık vermeliydi? Hemen sırtından Pembe İncili kaftanını çıkardı. Tahtın önüne yere serdi. Şah İsmail, vezirleri kumandanları aptallaşmışlar, şaşkınlık içinde bakıyorlardı. Sonra bu değerli kaftanın üzerine bağdaş kurdu. Dev, ejderha resimleri işlenmiş sivri kubbeyi, yaldızlı kemerleri çınlatan gür sesiyle:
- Mektubunu verdiğim büyük padişahım. Oğuz Kara Han soyundandır! diye haykırdı. Dünya yaratıldığından beri onun atalarından kimse kul olmamıştır. Hepsi padişah, hepsi hakandır. Ataları doğuştan beri hükümdar olan bir padişahın elçisi, hiçbir yabancı padişah karşısında divan durmaz. Çünkü dünyada kendi padişahı kadar soylu bir padişah yoktur... Çünkü...
Muhsin Çelebi Türkçe olarak bağırdıkça; Türkçe bilmeyen şah kızıyor, sararıyor, morarıyor, elinde heyecandan açamadığı mektup tir tir titriyordu... Tahtının arkasındaki cellatlar kılıçlarını çekmişlerdi. Muhsin Çelebi bağırdı, çağırdı. Danışmanlar, vezirler, cellatlar, savaşçılar hükümdarlarının sabrına, buna dayanmasına şaşıyorlardı. Hatta içlerinden birkaçı mırıldanmaya başladı. Muhsin Çelebi sözünü bitirince izin filan istemedi, kalktı. Kapıya doğru yürüdü. Şah İsmail taş kesilmişti. Çaldıran'da kırılacak olan gururu, bugün bu tek Türk'ün ateş bakışları altında erimişti. Muhsin Çelebi dışarı çıkarken, kendi gibi şaşkınlıktan donan nedimelerine:
- Şunun kaftanını veriniz! dedi.
Savaşçılardan biri koştu. Tahtın önünde serili kaftanı topladı. Türk elçisine yetişti:
- Buyurun, kaftanınızı unuttunuz.
Muhsin Çelebi durdu. Güldü. Çıktığı kapıya doğru dönerek şahın işiteceği yüksek bir sesle:
- Hayır, unutmuyorum. Onu size bırakıyorum. Sarayınızda büyük bir padişah elçisini oturtacak seccadeniz, şilteniz yok... Hem bir Türk, yere serdiği şeyi bir daha arkasına koymaz... Bunu bilmiyor musunuz? dedi.
Geçtiği yollardan gece gündüz dört nala döndü. Üsküdar'a girdiği zaman, Muhsin Çelebi'nin cebinde tek bir akçe kalmamıştı. Süslü hizmetkârlarına dedi ki:
- Evlatlarım! Bindiğiniz atları, haşaları, takımları, üstünüzdeki giysileri, belinizdeki değerli taşlarla süslü hançerlerinizi size bağışlıyorum. Bana hakkınızı helal ediyor musunuz?
- Ediyoruz... Ediyoruz...
- Anamızın ak sütü gibi.
Karşılığını alınca onları başından savdı. Derin bir soluk aldı. Evine uğramadan, deniz kıyısına koştu. Bir kayığa atladı. Sadrazamın konağına gitti. Mektubu şaha verdiğini, hiçbir hakarete uğramadığını, şahın iznini bile almaksızın habersizce kalkıp İstanbul'a döndüğünü söyledi. Zaten sadrazam, onun görevini hakkıyla yerine getireceğine son derece güveniyordu. Yollar, derebeyleri, aşiretlerle ilgili bazı şeyler sordu. Çelebi kalkıp çekileceği zaman:
- Ben satın almak istiyorum oğlum, kaftanın burada mı? dedi.
- Hayır, getirmedim.
- Acemistan'da mı sattın?
- Hayır, satmadım.
- Çaldırdın mı?
- Hayır.
- Ya ne yaptın?
Sadrazam üsteledi, tekrar tekrar sordu. Kaftanın ne olduğunu bir türlü anlayamadı. Muhsin Çelebi yaptığıyla övünecek kadar küçük ruhlu değildi. O akşam Üsküdar'a döndü. Ertesi gün yedi bin altını geri almak için kendisini bulan sırmakeş Toroğlu'na da, kaftanı ne yaptığını söylemedi. Meraklı İstanbul'da hiç kimse, ünlü "Pembe İncili Kaftan"ın "Nasıl, nerede, niçin" bırakıldığını öğrenemedi. Tebriz Sarayı'ndaki serüven, tarihin karanlığına karıştı, sır oldu. Ama eski zengin Muhsin Çelebi, bu kaftan için girdiği borçları verip, çiftliğini, mandırasını, iratlarını rehinden kurtaramadı. Elçilikten yadigâr kalan atıyla değerli taşlarla süslü takımını satıp, Kuzguncuk'ta minimini bir bahçe aldı. Onu ekip biçti. Çoluğunun çocuğunun ekmeğini çıkardı. Ölünceye kadar Üsküdar Pazarı'nda sebze sattı. Pek yoksul, pek acı, pek yoksun bir hayat geçirdi. Ama yine de ne kimseye boyun eğdi, ne de bütün servetini bir anda yere atmakla gösterdiği fedakârlık üzerine gevezelikler yaparak, boşu boşuna övündü.